24 Kasım 2007 Cumartesi

DONALD WOODS WİNNİCOT


İngiliz nesne ilişkileri okulu psikanaliz tarihinde önemli yer tutar. Bu okul dikkatini dürtüler ve ilgili çatışmalardan ilişkilere nesne ilişkilerine çekmiştir. Burada odak nesne, özelikle çocuğun ilk nesnesi olan annesidir.
W.Çocuk hastalıkları uzmanıdır. Uzun yıllar boyunca Londra’da Paddington Gren hastanesinde çalışmıştır. İngiliz Psikanalitik Birliğinin başkanlığını yapmıştır. Psikanaliz birliğinde Anna Freud’un ve Melani Klein’ın grubundan bağımsız ayrı bir kliniğin başıdır. Stachey ve Riviere’in analizinden geçmiştir. Melanie Klein tarafından süpervise edilmiştir. Winnicot un kuramsal üretimi Klein ve Anna Freud arasındaki dinamikten etkilenmiştir. Winnicott psikanalitik bilgiyi topluma yaymak için çok çaba sarf etmiştir. Radyo konuşmaları çok ilgi görmüştür.

Anna Freud çocuk terapisinin ilk aşamasında çocukta olumlu aktarım geliştirme adına bazı tekniklerin uygulanmasını savunuyordu. Klein ise bu teknikleri çocuğun doğal saldırganlığının üstünü örtme çabası olarak görüyordu ve çok hatalı buluyordu.

Klein oyun terapisi ile çocuğun fantezi yaşantılarının ve id ego ve süper ego yapılarının ortaya çıkarılabileceğini savunuyordu. Oysa Anna Freud çocuğun ödipal dönem öncesi serbest çağrışıma uygun olmadığı egonun yeterince teşekkül etmediği, erotik ve saldırgan itkilerin kontrol edebilecek bir süper ego gelişmediğini öne sürüyordu.

Klein, Anna Freud’un analist çocuk için hem bir eğitimci hem de taklit edilebilecek nesne olmalıdır görüşüne şiddetle karşı çıkıyordu. Klein’a göre Anna Freud’un tekniği kaba bir yönlendiricilik içeriyordu. Oysa kendi tekniği hem en derin duygulara inebilen, bir şeyler empoze etmeyen, olgunun gerçek doğasında anlaşılmasını olası kılan karakterdeydi.

Winnicott bu tartışmanın ortasında değişik etkiler altındaydı. İkinci analisti olan Riviere koyu bir Klein taraftarıydı. Winnicott aynı zamanda Anna Freud ile hemfikir olarak gerçek dünyanın içsel fanteziler kadar önemli olduğunu, itki kontrolünün gerçek anne babanın terapilere katılımı ile kuvvetlendirilmesi gerektiğini savunuyordu.

1935 -39 yılları arasında Winnicott, Melani Klein’ın oğlu Eric’i analiz etti, Melani Klein Winnicotun karısını analize almıştı ve Winnicott’a süpervizörlük ediyordu.1939 da British Medikal Journal da Bolwlby ve Miller ile yazdığı ismini duyurdu. Bu yazı ve onu izleyen çalışmalarında erken dönem 2–4 yaş arası anneden ayrılan çocukların, annelerin depresyonunun ve çeşitli mahrumiyetlerinin çocukta nasıl duygusal sorunlara ve anti sosyal davranışlara yol açabileceğini inceledi.

GEÇİŞ NESNELERİ VE GEÇİŞ FENOMENLERİ

Winnicott’a göre çocuk başlangıçta bütünleşmemiş zamanda ve mekânda değişik ve dağınık deneyimler yaşar, bu deneyimler kendilik çekirdeklerini oluştururlar. Kendiliğin bütünleşmesi ve gelişmesi anne ile ilişki içinde annenin sağladığı kucaklayıcı çevre sayesinde oluşur. Annenin çocukla ilgili bütünleşmiş tasarımları çocuğun giderek kendi bütünlüğünü kavramasını sağlar.

Annenin çocuğun ihtiyaçlarına eş duyumlu yanıtlar vermesi çocuğun tutarlı bir kendilik duygusu geliştirmesinde ve iç dünyasının olgunlaşmasında çok önemli bir “ana” yol açar, buna yanılsama “anı” diyoruz. Çocuk eş duyumlu olarak her türlü ihtiyacı karşılandığında kendini, her türlü tatminin kaynağı olarak yaşar. Bu tam bir tüm güçlülük deneyimidir. Bu durum kendiliğin sağlıklı gelişmesi açısından büyük önem taşır. Gelecekteki yaşamda dış dünyanın güçlükleri karşısında yıkılmayan bir kendine güven duygusu böyle bir çocuksu tüm güçlülük deneyimine dayanır. Bu ise çocuğun yanılsamasını sanki her şeyi kendi yaratıyormuş hissini veren annenin eş duyumlu yanıtlarına bağlanmıştır.

Bir başka nokta çocuğun yalnız olabilme kapasitesinin gelişimidir. Anne sadece çocuğun ihtiyaçlarını eş duyumlu olarak karşılamakta kalmamalı yalnızlık deneyimlerini yersiz uyaranlarla bölmemeli gereksiz uyarıcılık sunmamalıdır.

Çocuğun yanılsama anı ve tüm güçlülük duyguları güvenli bir şekilde yerleştikten sonra dereceli bir şekilde yanılsamanın kırılması gerekmektedir. Bu çocuğun tüm güçlülük deneyiminden gerçeklik ilkesine geçiş anlamına gelecektir. İhtiyaçlarıyla her şeyi yaratan o değildir, bir dış dünya ve onun gereklilikleri vardır. Bu geçiş, annenin kaçınılmaz ve döneme uygun yetersizlikleri sayesinde olur. Bu aynı zamanda anneden ayrılma dolayısıyla bireyselleşme anlamına da gelir.

Çocuğun tüm güçlülük yanılsamasının annenin yanıtlarıyla sert biçimde engellenmesi, ya da erken engellenmesi ciddi psikopatolojik neticeler doğurur. Bu durumdaki çocuk giderek sahte kendilik geliştirecektir. Kendiliğinden ihtiyaç ve taleplerinden vazgeçecek hızla annenin ve başkalarının taleplerine göre kendini oluşturmaya çalışacaktır, bu durumda hakiki kendilik gelişmemiş bir nüve olarak sahte kendilik tarafından kuşatılacaktır.

Hakiki kendilik kendiliğinden ihtiyaçların, sahte kendilik ise çevrenin sağlamadığı olumlu ortamı sürekli olarak oluşturma aktivitesidir.

Winnicott’un geçiş olgusu adını verdiği durum bu çerçevede değerlendirilir. Annesinin verdiği tüm güçlü kontrolün yarattığı yanılsamadan çıkmakta olan çocuk gerçekliğe dönmeden önce annesinin daha doğrusu annesi üzerindeki tüm güçlü kontrolü ikame ettirdiği yeni bir nesne aramaktadır. Bu nesne kimi zaman bir oyuncak ya da ev eşyası vs gibi şeylerdir. Çocuk bir süre bu nesneyi kendi denetimine alır, bu nesne ile ilgili tüm tasarrufu elinde tutmak ister. Geçiş nesnesi çocuk tarafından ne tüm güçlü bir kontrole sahiptir ne de tümüyle egemen olamadığı dış dünyaya aittir. Yani sonuçta geçiş olguları bir ara aşamadır. Tek benci içsellik ve nesnel gerçeklik arasındaki çatışmadır. Yani insan sürekli, kendi ihtiyaçları çerçevesinde dış dünyayı egemenliği altına almaya çalışırken dış gerçekliği hesaba katmaya zorlanır.


Geçiş olguları içsel olanla dışsal olan, tüm güçlülük ile gerçeklik, mutlak yaratıcılık ve zorunluluk arasındaki parodoksal bir durumdur.

Daha sonra değinileceği gibi bir insanın yaratıcı kapasitesi çocuğun oyun gücü ile örtüşür. Oyun ne tamamen içsel ne de büsbütün dış gerçekliğe aittir.


Geçiş nesnelerinde kullanılan nesnenin ne olduğundan daha çok onu kullanım tarzı önemlidir. Bunun kabul edilmesi, tahammül edilmesi ve saygı duyulması önemlidir. Bu durumu çözmek mümkünse de bedeli değer kaybetmesidir.


İnsan hayatında huzurlu savaş halinde zengin ya da yoksul bir iç gerçeklik vardır. Ancak hem iç gerçekliğin hem de dış dünyanın katkıda bulunduğu bir ara deneyimleme bölgesi vardır. Bu bebeğin gerçekliği tanıyıp kabul etmesi konusundaki yeteneksizliği ile giderek artan yeteneği arasındaki ara durumdur. Erişkinde ise dış ve iç gerçekliği ayıran ama bağlantı kuran insanı meşgul eden bir işle uğraşan birey için dinlenme yeridir sanat gibi


Bebekte başparmak emme gibi kendine yönelik erotik bir faaliyeti karmaşıklaştıran şu durumlar vardır; bebek öteki eliyle dışsal bir nesneyi çarşaf ya da battaniyeyi parmaklarıyla birlikte ağzına sokar. Bez parçası bir biçimde tutulup emilir. Bu nesneler etrafta neyin kolayca bulunabildiği ve neyin güven verdiğine göre değişir. Yolup biriktirilen yün topakları ile kendini okşama ya da mırıldanmalar, agucuklar, anal sesler, ilk konuşma alıştırmaları olabilir. Düşünme ve fantezi kurmanın bu işlevsel deneyimlerle bağlantılı olduğu varsayılabilir. Winnicott tüm bunlara geçiş olguları der.


Bütün bunlar bebeğin tam uykuya geçerken kullanmadan edemediği ve endişeye, özellikle depresif türden bir endişeye karşı savunma niteliği taşır. Bu bir battaniye olabildiği gibi sözcük, ezgi, özel bir davranış ya da konuşma tarzı olabilir. Bu nesne önemli olmayı sürdürür. Anne ve baba da bu nesnenin bebek için taşıdığı değeri fark edip bir yere giderken yanlarında götürürler. Anne nesnenin kirlenmesine ve kokmasına aldırmaz, çünkü yıkanırsa bebeğin deneyiminin sürekliliğinde kopuşa yol açacağını ve bu kopuşun, nesnenin bebek için taşıdığı anlam ve değeri ortadan kaldıracağını bilir.

Geçiş olguları 4–6, 8 ve 12 aylar arasında görülmeye başlanır. Bebeklikte yerleşen kalıplar çocuklukta da sürebilir, başlangıçtaki yumuşak nesne bebek uykuya dalarken ya da yalnız kaldığında ya da sıkıntıyla baş etmesi gereken durumlarda gerekli olmayı sürdürebilir. Normalde ilgi alanı genişler ve kendiliğinden bırakılır. İlk yıllarda belli bir nesneye ve davranış kalıbına duyulan bu ihtiyaç sonraki yaşlarda çocuk yoksunluk tehdidi ile karşılaştığında yeniden ortaya çıkabilir.

Geçiş nesnesinin, yani ilk ben olmayan şeyin kullanımı açısından oğlanlar ve kızlar arasında fark yoktur. Nesne kızlarda daha yumuşak erkeklerde daha sert cisimler olabilir.

Bazen annenin kendisi dışında hiçbir geçiş nesnesi olmayabilir ya da bebek duygusal gelişimi sırasında o kadar örselenmiştir ki geçiş durumu yaşamaz ya da kullanılan nesnenin sürekliliği bozulur.

Özet olarak; bebek nesne üzerinde belli haklar talep eder, biz de bu talebi kabul ederiz, yine de başından beri olan tüm güçlülük bir kenara bırakılmıştır.

Nesne şefkatle kucaklanır, coşkuyla sevilir ya da kızılır.
Nesne bebek tarafından değiştirilmedikçe asla değiştirilmemelidir.
Nesne içgüdüsel sevgiye olduğu kadar nefrete de tahammül edebilmelidir.

Bebeğe, nesne kendisine ait sıcaklık yayıyormuş, hareket ediyormuş gibi bir canlılığa, gerçekliğe sahip olduğunu gösteren bir şey yapıyormuş gibi görünür.

Bize göre dışarıdan gelir, bebeğe göre içeriden gelir, ama varsanı da değildir.

Nesnenin kaderi, kendine yapılan yatırımın yavaş yavaş geri çekilmesidir, unutulmaz, ardından yas tutulmaz, sadece anlamını kaybeder. Bunun nedeni geçiş olgusunun dağılması, iç ruhsal gerçeklik ile iki kişi tarafından ortak algılanan dış dünya arasındaki ara bölgeye yani kültürel alana yayılmasıdır.


GEÇİŞ NESNESİNİN SİMGECİLİKLE İLŞKİSİ

Geçiş nesnesinin meme gibi kısmi bir nesneyi simgelediği doğrudur, ancak burada önemli olan nesnenin simgesel değerinden çok fiili varlığıdır. Gerçek olmasına rağmen anne ya da meme olmaması memenin yerine geçmesi kadar önemlidir.

Simgecilik aşamasında bebek fantezi ile gerçeği, iç ve dış nesneleri, içsel yaratıcılık ile algıyı zaten net bir şekilde ayırır. Ama geçiş nesnesi terimi farklılık ve benzerliği kabul edecek hale gelme sürecine yol açar. Geçiş nesnesine ait bilgi almak çocuğun erken yaştaki özelliklerin hatırlanmasında ve diğer çocuklarla karşılaştırılmasına imkân sağlar. Bu bilgi çoğunlukla çocuğun kendisinden de alınabilir, çocuk bunu anlatırken sanki gerçeklik duygusundan yoksunmuş gibi konuşması dikkat çekicidir.


İÇSEL NESNE İLE İLİŞKİ

Geçiş nesnesinin bir içsel nesne değil ama bebek için dışsal bir nesne de olmadığı söylenmişti. Bebek, içsel nesne canlı, gerçek ve yeterince iyi olduğunda bir geçiş nesnesi elde edebilir. Ama bu içsel nesnenin niteliği dışsal nesnenin yani annenin varlığına canlılığına ve davranışlarına bağlıdır. Dışsal nesnenin yani annenin yetersizliği sürdüğünde içsel nesne bebek için anlamını yitirir. İşte o zaman geçiş nesnesi anlamsızlaşır. Yani geçiş nesnesi dışsal memenin yani annenin yerine geçebilir ama bunu dolaylı olarak içsel memenin yerine geçerek yapar.

Ortada yeterince iyi anne olmadığı müddetçe haz ilkesinden gerçeklik ilkesine geçmesi ya da birincil örselenmeyi gerçekleştirip onu aşması mümkün olmaz. Çocuk bakımı zekâya ya da düşünsel aydınlanmaya değil kendini adamışlığa bağlıdır.

Yeterince iyi anne başlangıçta neredeyse yüzde yüz uyum göstererek bebekte kendi memesinin onun bir parçası yanılsamasının doğmasına fırsat bırakır. Meme adeta çocuğun büyülü denetimi altındadır, aynı zamanda anne çocuğun sakin zamanlarına da fırsat bırakır, tecavüz etmez, annenin nihai görevi çocuğu bu yanılsamadan yavaş yavaş kurtarmaktır. Ama başlangıçta fırsat vermezse bunu başaramaz.
Zamanla bebeğin annenin yetersizlikleri ile başa çıkma yeteneği artmasıyla birlikte daha az uyum gösterir.


Bebek tekrar yoluyla hayal kırıklığının bir sınırı olduğunu anlar. Ama süre başlangıçta kısa olmalıdır. Süreç duygusu gelişmesi, zihinsel faaliyetler başlaması, hatırlama, yeniden yaşama, fantezi kurma, düşleme geçmiş, bugün ve geleceği bütün olarak algılama ile bu durumla başa çıkar…
Anneden ayrılığın olduğu durumlarda bebekte hemen bir değişim olmaz. Çünkü bebeğin annesine ait bir anısı, zihinsel bir imgesi, içsel bir temsili vardır ve belli süre varlığını sürdürür. Eğer bu kişi saatler –günlerle ölçülen belli süreden fazla uzakta kalırsa o zaman anısı ve içsel temsili solup gider. Bu arada geçiş olguları yavaş yavaş anlamsızlaşır ve bebek onları yaşayamayacak hale gelir. Yatırımın nesneden yavaş yavaş çekildiğini izleyebiliriz. Bazen kayıptan hemen önce geçiş nesnesinin abartılı olarak kullanıldığını görebiliriz. Bu nesnenin anlamsızlaşması yönünde tehdit olduğunda inkâr edilmesidir.

Parodoksun çözümü yetişkinlikte gerçek ya da sahte kendilik örgütlenmesi olarak görünebilecek savunma örgütlenmesine yol açar.

Gerçekliği kabul etme işi hiçbir zaman tamamlanamaz. Hiçbir insan iç ve dış gerçekliği birbiriyle ilişkilendirme geriliminden kurtulmuş değildir. Bu imkânı sağlayan sorgulanmayan bir ara deneyim bölgesidir, bu da sanat din ya da kendini oyun oynarken kaybeden çocuğun alanıyla doğrudan bağlantılıdır.


OYUN…

Winnict’a göre oyun tıpkı geçiş nesnesi gibi ne tam bir içsel gerçeklik ne de dışsal gerçeklik ile ilgili bir meseledir. Oyun ne içeride ne dışarıdadır… Bebek geçiş nesnesini kullandığında yani ilk ben olmayan şeyi kullandığında çocuğun ilk kez simge kullanımına hem de ilk oyun deneyimine tanıklık ederiz.

Nesne kullanımı artık ayrılmış olan iki şeyin bebek ve annenin ayrı olma durumlarının zaman ve mekandaki başlangıç noktasındaki birliğidir.

Winnicot’un oyun kuramında

1)Bebek ve anne iç içe geçmişlerdir…
Omnipotans
2)Nesne reddedilir, yeniden kabul edilir ve nesnel olarak algılanır.
3)Nesne bu kısmi ayrılığın altından hakkıyla kalkabildiğinde ruhsal güçlerin tüm güçlülüğü ile gerçek olan üzerindeki denetimi arasında birlikteliğe dayanan deneyimler yaşar.

Anneye duyulan güven bir ara oyun alanı yatır. Bebek tüm güçlülüğü belli ölçüde yaşadığı için büyü fikri buradan çıkar. Oyun alanı anne ile bebek arasında yer alan anne ve bebeği birleştiren potansiyel bir alandır.

Oyunun esası her zaman kişisel ruhsal gerçeklik ile gerçek nesnelerin denetlenmesi deneyimi arasındaki etkileşimin iktidarsızlığıdır.

Sonraki aşamada çocuk güvenilir kişiye ulaşabileceğini ara ara unutsa bile hatırladığı zamanlarda ona yine ulaşabileceği varsayımıyla oynar.

Daha sonra her iki oyun alanının örtüşmesine izin verir ve bu örtüşmeden hoşlanma aşamasına gelir. Bebek ilk anne ile oynar. Bebeklerin oyuna kendilerine ait olmayan fikirlerin sokulmasından hoşlanma ya da hoşlanmama kapasiteleri vardır.


Öğretmen çocuğu zenginleştirmeyi amaçlar, terapist ise daha çok çocuğun kendi büyüme süreçleriyle ve gelişmenin önünü tıkadıkları anlaşılan engellerin ortadan kaldırılmasıyla ilgilenir. Oyunun kendisinin bir psikoterapi olduğu unutulmamalıdır. Çocuğun oyun oynayabilecek hale gelmesinin kendisi evrensel bir psikoterapidir, pozitif toplumsal tavır takınmak toplumsal olarak buna dâhildir. Toplum oyun oynamanın her zaman korkutucu olma ihtimalini de hesaba katmış ve kurallı oyunlar örgütlemiştir.


Oyunda en önemli an çocuğun kendi kendini şaşırttığı andır. Psikoterpiyi de iki kişi arasında oynanan bir oyun olarak düşünebiliriz. Yani önemli olan zekice yapılmış olan bir yorum anı değildir. Malzeme olgunlaşmadan yapılan yorum direnç olarak geri döner ya da boyun eğmeye yol açar ya da hasta oyun oynama kapasitesine sahip değilse yorum işe yaramaz ve kafa karıştırır, psikoterapi yapılacaksa oyun kendiliğinden gelişmelidir.


Özetlersek,
Oyun ne içeride ne dışarıdadır. Çocuk oyun alanına, dış gerçeklikten nesneler ya da olgular taşır ve bunları kendi içsel ya da kişisel gerçeklikten gelen bir örneğe hizmet edecek şekilde kullanır, somut dünya soyut özelliklere bürünür ve çocuğun kişisel tarihinin parçası haline gelir.

Geçiş olgularından oynamaya, oynamadan başkalarıyla oynamaya, buradan da kültürel deneyime giden dolaysız bir gelişim söz konusudur.

Oyun bedenle ilgilidir, oyunda nesneler kullanılır, bazı yoğun ilgi türleri bedensel uyarımın belli yönleriyle bağlantılıdır.

Erojen bölgelerdeki bedensel uyarım oyunu tehdit eder, dolayısıyla çocuğu bir kişi olarak var olma duygusunu tehdit eder, içgüdüler oyuna yönelik başlıca tehdittir.

Oyun oynama tatmin edicidir. Haz verici unsur içgüdüsel uyarımın aşırı olmadığı imasını taşır.

Oyun doğası gereği heyecan verici ve iktidarsız bir şeydir. Bu iç güdülerden dolayı değil, içsel algılananla nesnel algılanan arasında gerçekleşen etkileşimle ilgili iktidarsızlıktır ve oyunun mış… gibi özelliği buradan gelir.

Oyun oynayabilme bir kapasitedir, oyun oynamamaya göre bir üst durumdur, oyunla gerçekliği ayırma bunun da üstünde bir durumdur. Psikoterpi ve pasikanaliz oyun oynamanın insanın kendisiyle ve başkalarıyla iletişim kurmasına hizmet eden oyunun çok özel bir durumu olarak gelişmiştir,


BU KISMI ÖZETLERSEK;

Winnictt’a göre kendilik duygusu kucaklayıcı çevre içinde olgunlaşır.

Anne hem nesne annedir; içgüdüsel ekonominin nihai hedefidir, içgüdü oku hep o nihai hedefi vurmayı amaçlar. Cinsellik ve saldırganlık içgüdülerinin adresi olan annedir, gerilimi azaltacak doyum onda saklıdır.

Anne hem de çevre annedir; çocuğun gelişim sürecinde ona güvenli ortamı yaratandır, onun gelişim serüvenini kolaylaştırandır, olgunlaşmasını destekleyendir.

Güvenli bağlanmayı bu iki güdülenmenin dengede olduğu bir durumun sonucu olarak varsayabiliriz.

Sevgi kavramı, çevre annenin
Aşk ve şehvet, nesne annenin tekelindedir. İçgüdüler nesneye âşık eder.

Çevre anne kucaklayıcıdır ama sınır tanımaz yakınlıkta değildir, çocuğun var oluşunun kıyısında durur ve çocukla potimum dansını yapar. Bu dans daha önce söylediğimiz gibi onu yalnız hissettirmeyecek içselleştirmedir. Aynı zamanda ona tecavüz etmeyecek, onun yanında yalnızlığını yaşamasına izin verecektir. Çevre annenin onda yarattığı güven ve güzellik onun dış dünya ilişkisindeki yaratıcılık esneklik ve mizah ve uyumun kaynağıdır.

Bu aynı zamanda ilişkiye girilen öteki eş de olabilir,

Eş, nesne eş olduğunda orada şiddet ve tutkunun fazlalığından
Çevre eş olduğunda iktidarsızlıktan söz edebiliriz.

Optimal bir ilişki nesne ve çevrenin özelliklerinin iki kutupta olduğu sinerjide yatar. Bu yolculuk geçiş alanında gerçekleşir, sadece onu kuran ve oynayan oyuncuların bildikleri düşlemleri ve ikilemleri barındırır. Bu bir boks maçı gibidir, ringte sertlik vardır ama soyunma odasında ağrıyan yerlere masaj yapılır.

Benceris aşk söyleminden parçalar;
Sana arzunun nerede olduğunu göstermek için azıcık yasaklamam yeter... ödipal yasak
Orada yanında olmamı ama kendimi azıcık serbest bırakmamı ister
Esnek bazı bazı uzaklaşarak ama yakında kalarak
Bir yandan yasak olarak yanında bulunmam, kendini rahatsız etme tehlikesi gösterdiğim anda uzaklaşmam gerek…

Tıpkı kendisi dikiş dikerken çocuğu çevresinde oynayan yeterince iyi anne gibi…

Azıcık yasak,
Çok çok oyun,
Size yolu gösteren ama eşlik etmekte ısrar etmeyen kibar bir yerli gibi…


SALDIRGANLIK VE DUYGUSAL GELİŞİMLE İLİŞKİSİ

Saldırganlık psikolojisini inceleyen öğrenci şu nedenle ciddi zorluklarla karşı karşıyadır. Bütünsel psikolojide çalmak ve çalınmak, cinayet ve intihar, güçsüz olmak ve güçlünün güçsüze saldırması aynı derecede saldırgandır.

Kişiliğin bütünleşmesinden önce saldırganlık vardır ve başlangıçta saldırganlık neredeyse etkinlikle aynı anlama gelir, kısmi işlev ile ilişkilidir. Bebeğin diş etleriyle memeyi ısırmasından acıtmak amacı güttüğünü çıkaramayız… Çocuk bir kişi haline geldikçe bu kısmi işlevler onun tarafından saldırganlık biçiminde düzenlenir.

Oral erotizm saldırgan bileşenleri kendinde toplar ve sağlıkta fiili saldırganlıkların yani kişinin niyetli olarak ortaya koyduğu saldırganlıkların büyük kısmının temeli oral aşka dayanır.

Çeşitli evrelerde saldırganlık;

İlk evre… Bütünleşme öncesi
Kaygı gütmeyen amaç
Ara evre… Bütünleşme
Kaygı güden amaç
Suçluluk


Bütünsel kişilik evresi… Kişiler arası ilişkiler
Üçgen ilişki durumları vb
Çatışma – bilinçli ve bilinçdışı


Kaygı öncesi evre;
Çocuk henüz bu aşamada uyarılma esnasında tahrip ettiği şey ile uyarılmalar arasındaki sakinleşme zamanlarında değer verdiğinin aynı şey olduğunu idrak edemez. Bu duygusal gelişim evresi de saldırganlık kaybedilirse sevme yetisi yani nesnelerle ilişki kurma yetisi de bir ölçüde kaybedilir.


Kaygı evresi;
Kişiliğin benlik bütünlüğü anne figürünün kişiselliğini idrak edecek kadar gelişmiştir ve bunun son derece önemli bir sonucu olarak dürtüsel deneyimin sonuçları ile ilgili kaygısı vardır. Kaygı evresi beraberinde suçluluk duymayı getirir. Bundan böyle saldırganlığın bir kısmı klinik olarak keder veya suçluluk duygusuyla ya da sözgelimi kusma gibi fiziksel bir muadili ile kendini gösterir.

Sağlıklı durumda bebek bu suçluluğu taşıyabilir ve böylece zaman faktörünü de içine alan kişisel ve canlı bir annenin yardımıyla kendini verme, inşa etme ve onarma dürtüsünü keşfetmesi mümkün olur ve bu yolla saldırganlığın büyük kısmı toplumsal işlevlere dönüşüp kendini bu şekilde gösterir.

Çaresizlik anlarında sözgelimi bir hediyeyi kabul edecek ya da onarma çabalarına tanıklık edecek biri bulunmadığında dönüşüm sekteye uğrar ve saldırganlık tekrar boy gösterir.

ÖFKE;
Şimdi sıra yoksunluğun yol açtığı öfkeye geldi. Her deneyimde bir dereceye kadar kaçınılmaz olan yoksunluk bir dikotomiye yol açar.
1)Yoksunluk hissi veren nesnelere karşı masum saldırgan dürtüler
2)İyi nesnelere karşı suçluluk üreten saldırgan dürtüler
Yoksunluk suçluluktan kaçış sağlar ve bir savunma mekanizması doğurur. Sevgi ve nefretin ayrı yollara yönelmesi… Nesnelerin iyi ve kötü olarak bölünmesi gerçekleşirse suçluluk duygusu yatışır, buna karşı sevgi değerli saldırganlık bileşeninden bir miktarını kaybeder, nefret ise daha bozguncu bir niteliğe bürünür.

SALDIRGANLIĞIN ÇOK ERKEN KÖKENLERİ

Saldırganlık sonuç olarak yoksunluğun yarattığı öfkeden mi kaynaklanır yoksa kendine ait bir kökeni var mıdır?

Uygulamada id’in tam doyumu diye bir şey olmayacağına göre ilkel aşk dürtüsünde her zaman için tepkisel bir saldırganlığın olabileceğini söyleyebiliriz. O zaman ince bir araştırmaya gerek var mıdır? Vardır, çünkü özellikle ilkel aşk dürtüsünün benlik büyümesinin daha yeni başladığı bir evrede yürürlükte olduğu düşünülürse sorumluluk alma yetisinin henüz gelişmediği sırada etkin ilkel bir aşk vardır. Bu çağda insafsızlık yoktur, yıkıcılık id dürtüsünün bir parçasına bağlı ise de ancak idin doyumuna bağlı olarak çıkar. Yıkıcılık ancak öfkenin ve dolayısıyla da misilleme korkusunun var olabilmesi için yeterli benlik bütünleşmesi ve benlik örgütlenmesi gerçekleştiği taktirde benlik sorumluluğu haline gelir.

Nefret daha karmaşıktır ve ilk evrelerde var olduğu söylenemez, dolayısıyla saldırganlığı tepkisel saldırganlıktan tamamen ayrı incelememiz gerekir. Tepkisel saldırganlık, id dürtüsü gerçeklik ilkesi yüzünden amacına ulaşamadığı zaman dürtünün kaçınılmaz sonu olarak ortaya çıkar.


Bu varsayımdan yola çıkarak ilkel aşk dürtüsündeki yıkıcı öğenin kökenini irdelemek mümkündür. Amacımız ilk deneyimlerindeki tesadüfen yıkıcı olan saldırganlık öğesinin tarihsel kökenini incelemektir. Elimizde en azından hareket yetisi var. Rahim içi döneme uzanan bütün bebeklik boyunca süregelen hareket yetisi id deneyiminin kendisinde var olan etkinlikle bağlanabilir mi? Bu etkinlik id öğesi olarak mı sınıflandırılmalı yoksa benlik öğesi mi? Yoksa benlik ile idin farklılaşmadığı bir evre olduğunu kabul edip hareket yetisini benlik id farklılaşmadan önce görülmesi temelinde sınıflandırmaya çalışmaktan vazgeçmek mi gerekir?


Her bebeğin kendine ait id deneyimi örüntüsünde, id deneyiminin yüzde x kadarını ilkel hareket yetisi oluşturur. Dolayısıyla 100-x başka şekillerde kullanılmak üzere ayrılır. Çeşitli bireylerin saldırganlık ile ilgili deneyimleri arasında büyük farklılıklar olmasının nedenlerinden biri budur.

Dr. Işılay Altıntaş

DEPRESYONUN PSİKOLOJİK KAYNAĞI NEDİR?






DEPRESYONUN PSİKOLOJİK KAYNAĞI NEDİR?

Depresyonun Analizi

Şöyle durumlarla karşılaşabiliyorum.
Bay Ali’nin dokuz yıl önce babası kalp hastalığından ölmüştür.
Beş yıl önce anneannesi kanserden ölmüştür ve ölümüne bizzat kendisi tanık olmuştur.
Ama bu iki ölümde onda belirgin bir üzüntü, ciddi duygusal deşarjlar, yıkıcı herhangi bir yaşantı oluşturmamıştır.

Ali Bey, ev arkadaşı Tarık’ın teyzesinin ölümünden sonra iki haftadır kendini çok kötü hissetmektedir… Ali Bey’de Majör depresyonun bütün belirtileri oluşmuştur.
Ali Bey bu durumda gecikmiş bir tepki vermektedir.
Babasının ve anneannesinin ölümü ruhundaki fay hattında gerilimi arttırmıştır. Ama fay hattı kırılmadığı için deprem (yani yas reaksiyonu) oluşmamıştır.

Şimdi aslında çok da tanımadığı bir kişinin ölümü içindeki birikmiş enerjiyi açığa çıkarır. Fay hattı kırılır. Deprem oluşur.
Ama üzerinden bu kadar zaman geçtikten sonra ortaya çıkan şey bir yas reaksiyonu değildir. Daha karmaşık hale gelmiş bir depresyondur ortaya çıkan.

Demek ki depresyondaki kayıp yas dönemindeki kayba göre SANAL (imajiner) bir kayıptır.
Nasıl vücudumuzda kalbimiz, karaciğerimiz, midemiz, böbreğimiz varsa, ruhumuzda da her sevdiğimiz insanın kapladığı bir yer vardır. Bu yer bir kişi öldüğü zaman birden ortadan kalkmaz. Bir değişim geçirir ve var olmaya devam eder.

Sevdiğimiz bir kişiyi kaybedersek çok üzülürüz. Yoğunlaşmış üzüntümüzü bir yas dönemi olarak yaşarız. Hayattan zevk almayız. Gülmek istemeyiz, içimize kapanırız. Aklımıza sürekli sevdiğimiz insan gelir.

Yas ve depresyon birbirine çok benzer.
Ama depresyonda ortada yas kadar somut (direkt algılanabilir) bir kayıp yoktur.

Bana çok ilginç gelen insani durumlardan biri şudur; bir kişi ile sevgili olursunuz onu taparcasına seversiniz, daha sonra ayrılırsınız ve onu fiziksel hayatınızdan çıkarırsınız. Ayrıca onu ruh dünyanızdan da çıkarmaya çalışırsınız. Onunla sadece görüşmemek yeterli değildir. Onun resimlerini, yazılarını geride anı olarak kalan eşyalarını ortadan kaldırırsınız. Şu andaki sevgiliniz üzülmesin diye onunla yaşadığınız anılardan bahsetmemeye özen gösterirsiniz.

İki sevgili birbirinden ayrılır ve iki başka kişi ile sevgili olurlar. Birden bir telefon alırsınız, eski sevgiliniz evlenmiştir bunu size haber vermektedir veya eski sevgilinizin bir çocuğu olmuştur bunu haber vermektedir. Yarım kalmış bir yaşantıyı sizinle paylaşmak için tuhaf ve mantık dışı bir arzu duymaktadır.
Dr.Ferhat Göçer’in sevilen şarkısındaki gibi “herkes beni hasta sanıyor, yastayım kimse bilmiyor!”

Bali Adası’nda yaşayan yerliler, yakınlarını kaybettiklerinde birkaç yıllığına onları toprağa gömüyorlar. Sonra yeteri kadar paraları olduğunda onları sonsuzluğa götürecek bir “sal” yapıyorlar. Süslü püslü bir sal. Yakınlarının çürümüş bedenlerinden geriye kalan kemikleri yıkayıp bu “sal”a koyuyorlar. Bu “sal”ı okyanus kıyısında yakıp, ölen yakınlarının küllerini okyanusa atıyorlar. Bu ikinci cenaze merasimi onları rahatlatan yakınları ile arasındaki ruhsal gerimi azaltan bir yaşantı oluyor. İşin ilginç yanı ellerinde sallarla yakınlarının kemiklerini götürürken hızlı bir şekilde dönüyorlar, sağa sola koşuşturuyorlar. Bunu yaparken amaçları ölmüş ruhların yolunu şaşırması ve bir daha geri dönmemesi. Eğer bu ruhlar eskiden yaşadıkları evlerin yolunu bulup geri dönerlerse hem “ruhlar” huzur bulamayacaklar, hem yaşayanları rahatsız edecekler.

“ABD'li bir kadının, çocuğunun korkusunu atması için internetteki müzayede sitesi e-bay’da satışa çıkardığı, babasına ait hayalet 65 bin dolara (91 milyar lira) alıcı buldu.” Bu hanımın “babası bir süre önce ölmüş, altı yaşındaki oğlu dedesinin hayaleti evde diye evde yalnız dolaşamaz olmuştu. Kadın bunun üzerine 'hayalet'i e-bay sitesinde satışa çıkardı” (3).

İlgili olduğumuz veya sevdiğimiz kişilerin yokluğu veya varlığı kadar, hayatımıza nasıl girip çıktıkları da önemli oluyor demek ki. Eğer bu kişilerle hesaplaşmamız yarım kalmışsa, kanayan bir yara gibi bu ilişkiler bir türlü “iyileşmiyor”. Bu ilişkilere takılıyoruz. Yıllarca aklımızda kalabiliyor.

Terapide bir hanım (Bayan L.) ayrıldığı sevgilisi için şöyle söylemişti “onu karşıma alıp ağzına koli bandı bağlayıp, ellerini kollarını bağlayıp, saatlerce ona içimi dökmek isterdim” Ona kendini anlatamadığını, birçok yerde gereksiz bir şekilde fedakârca davrandığını ve bu yüzden anlaşılamadığını düşünüyordu.

Kieslowski’nin Mavi diye bir filmi vardır. Bir terapi seansında Bayan Y. her zamanki zekâ dolu anlatımıyla kendisi ile Mavi’nin başrolünde oynayan kadın karakter arasında bir ilişki kurdu.O konuşurken sanki benim de zihnim aydınlanmış gibi olur birçok zaman. Bana ilginç bir şeyi işaret ettiğini anladım.

Filmin başında kadın kocasını ve çocuğunu bir trafik kazasında kaybeder. İlk hissettiğimiz şey kadının büyük bir acıya gömülmesidir. Bu keder ve acı ya kadını yutacaktır veya kadın bağımsız (özgür) bir şekilde yeniden yaşamaya devam edecektir. Filmin adı gibi mavi, yani özgürlük, hayatın kadına alay edercesine verdiği bir özgürlüktür.

Bu istenecek bir bağımsızlık veya özgürlük değildir aslında. Ama kadın iki boyuttan birini seçmek zorundadır. Yaşamak mı ölmek mi? İkisi de kötü seçenek. İçgüdüleri ve hayatta kalabilen bağlanıp sevebileceği ne varsa onu yaşamaya zorlayacaktır, ama bu keder dolu, depresif, siyah bir yaşantı olacaktır.

Depresif hasta kaybettiği nesneden geri çekilirken, pasif bir çekilme yaşar. Aktif bir şekilde “ötekini” yok edip yeniden “kendi hayatına” dönemez. Kaybettiği nesne ile arasındaki göbek bağı bir türlü kopmaz. Kaybettiği nesneye dominant bir rol verir.

“Silvano Arieti (1977) ağır depresif hastalarda hastalık öncesinde belirgin biçimde var olan bir ideoloji tanımlar. Buna göre depresyona eğilimli kişiler, kendileri için değil, Arieti'nin terimi ile "dominant öteki" için yaşarlar. Sıklıkla "dominant öteki" eştir (karı veya koca yani)”(4)


Yalnızlık ve Sıkıntı-Oyun ve Eğlence

Yalnız olmak ve sevdiğimiz nesnelerden, insanlardan uzak kalmak dünyanın en sıkıcı durumudur. Tahammül edemeyiz. İçinde yer aldığımız sosyal ağ, insanlar bizi hayata bağlar, eğlendirir. İdeallerimizin gerçekleşmesini sağlar. “Diğerleri” (sevdiklerimiz) yaşamımızı anlamlandırır.

Yalnız olduğumuz duygusu, yalnızlık duygusu bizden başka birinin var-olduğunu bildiğimiz zaman ortadan kalkar. Biz insanların var olmasından büyük bir mutluluk duyduğumuzu düşünürüz bazen. Ama aslında mutluluk duygumuzu ortaya çıkaran onlarla oynadığımız eğlenceli oyunlardır. Oyun eğlence kaynağıdır. Çocukken oynadığımız oyunlara, büyüklük yaşantımızda da devam ederiz. Ama ciddi bir tavırla oynarız bu oyunları. Hayatımızı bu oyunlar anlamlandırır aslında.

Ünlü psikanalist Winnicott’un ilgilendiği bebek bir hastası vardır (5). Bir yaş civarında bir kız çocuğu. Bu kız:

“Dokuz aylıkken bir sara nöbeti geçirmiş, daha sonra da nöbet geçirmeye devam etmiş. En ufak seste yerinden sıçrıyor. Bazı nöbetlerde dilini ısırıyor, bazı nöbetlerde idrarını kaçırıyordu. “ “Dizlerimin üstüne oturttuğumda durmaksızın ağlıyor, ama düşmanlık göstermiyor… Gece uykuda olduğu zaman dışında bütün gün ağlıyordu.” “Fiziksel bir hastalık belirtisine rastlanmadı”

“Bir görüşmede çocuğu dizime oturtmuş gözlüyordum. Gizli gizli parmağımı ısırmaya çalıştı. Üç gün sonra onu yine dizime oturtmuş ne yapacağını merak ediyordum. Parmağımı üç kere öyle şiddetli ısırdı ki neredeyse derisi kalkacaktı.”
Sonra on beş dakika aralıksız kaşıkları yere fırlatma oyunu oynadı. Bütün bu süre boyunca gerçekten mutsuzmuş gibi ağlıyordu. İki gün sonra onu yarım saat dizime oturttum… Parmağımı yine şiddetle ısırdı, ama bu sefer suçluluk duyguları göstermiyordu, sonra da ısırma ve kaşık fırlatma oyununu oynadı, dizimin üzerindeyken oynamaktan zevk alabilecek hale gelmişti.”

“Bir süre sonra kendi ayak parmaklarını kurcalamaya başladı, bunun üzerine ben de ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarttırdım. Bunun sonucunda ilgisini tümüyle çeken bir deney dönemi ortaya çıktı. Kaşıklar ağza sokulabildiği halde, fırlatılıp kaybedilebildiği halde ayak parmaklarının çekip çıkarılmadığını keşfetmiş de büyük bir tatmin duygusuyla bunu tekrar tekrar kanıtlıyormuş gibiydi.”

“… Anne son görüşmeden beri bebeğin adeta başka bir çocuk haline geldiğini söyledi. Nöbet geçirmiyordu. İyi uyuyordu, gün boyunca da mutluydu …”

Yalnızca annesinin var olması bu çocukta iyilik durumu oluşturmaya yetmemişti, ama oyun oynamaya başladığında her şey değişmişti.

Cezaevinde yapılan bir çalışmada (1), “işlediği bir suç nedeniyle ceza almış bir kişinin sosyal desteğini de yitirmesi, ailesinden uzak kalması, yalnızlık yaşaması ve cezaevi koşulları nedeniyle bazı ruhsal sıkıntılara sahip olması cezanın yükünü daha da ağırlaştırmaktadır.”
Cezaevindeki mahkûmlardan halı dokuma işinde çalışanlar, yakınları ziyaretine gelenler yalnızlık düzeyi ve depresyon bakımından daha iyi durumdadırlar.

Yalnızlık düzeyi yüksek olanlarda intihar davranışı da daha çok görülür.

Mahkûmların da kendisini iyi hissetmesi için sadece insanların varlığı yeterli değil. Birlikte eğlenebileceği, çağrışım zenginliği olan, anılarını yeniden canlandırabileceği kendisine yakın hissettikleri insanlara ihtiyaçları var. “Oyunun tedavi edici etkisine ihtiyaçları var.”

Doğum sonrası annelerdeki depresyon belirtilerini araştıran bir çalışmada ise (2),”Çalışan annelerin çalışmayan annelere göre anlamlı olarak daha az depresyon belirtisi bildiriliyor.

Bu çalışmada da yine annelerin izole, yalnız bir şekilde bebekleri ile evde kalmaları, depresyon düzeyini arttırıcı bir faktör.


Dr Kubilay Boğoçlu
Psikiyatri Uzmanı




1) Cezaevinde yalnızlık ve yalnızlığın depresyonla ilişkisi /Aytül Çorapçıoğlu Özkürkçügil./Kriz Dergisi 6 (1):21-31
2) Bağlanma Biçemi ve Doğum Sonrası Depresyon Belirtileri Arasındaki İlişki: Türkiye’den Bulgular/ Dr. Osman SABUNCUOĞLU, Dr. Meral BERKEM /Türk Psikiyatri Dergisi 2006; 17(4):252-258
3)
4) Depresyonda Dinamik Nedenler/Doç. Dr. Mine ÖZMEN/DUYGUDURUM DİZİSİ 2001;6:283-287
5) D.W.Winnicott/ Oyun ve Gerçeklik / Metis Yayınları





PSİKODRAMA






PSİKODRAMA

Yazıma Winnicot’un çok sevdiğim bir sözü ile başlamak istiyorum.
‘’Çocuğun oyun sırasındaki en önemli anı kendi kendisini şaşırttığı andır’’ diyor Winnicot

Psikoterapi iki oyun alanının hastanın ve terapistin oyun alanlarının örtüştüğü yerde yapılır.

Buradan hareketle Winnicot, yorumlar zamansız ve uygunsuz yapıldığında dirençten başka bir şey getirmez diyor aynı zamanda.

Bunu grup psikoterapisi çatısı altında yorumlarsak oyuncular çocuklar, sahne ise grup mekânıdır. Terapistleri, oyun oynayan çocuğun güvende oynamasını sağlayan ve kendileriyle ilgili farkındalıklarını hazırlayan kişiler olarak düşünebiliriz (yani o şaşırma anına zemin hazırlayan kişiler). Tabiî ki psikodrama oynanan en faydalı oyunun ismi olacaktır. Çünkü yaratıcıdır, şaştırtıcıdır, duyguları ortaya çıkartır, farkındalıkları arttırır, daha da anlamlı olan bir yeniden bakış yani yenilenme içerir. Burada doğrudan bir yorum yoktur, dirençler daha azdır.

Psikodramanın birazdan anlatacağım tekniklerinin kullanılmasıyla hasta kendi dünyasına, hastalar birbirlerinin dünyalarına girerek ve rol geri bildirimleri ve paylaşımlarla yaşantılara yeni bir bakış açısıyla bakmayı öğrenirler. Bir taraftan da güçlü duygu dışavurumlarıyla katarsis (duygusal boşalma) yaşarlar. Yardım etmeye çalıştığımız kişilerin özel bir ortamda yeni bir deneme yapmaya ihtiyaçları vardır.
Psikodrama geçmişe bağlı inhibisyonları (bastırılmış duygu ve düşünceler), iç çatışmaları ve yıkımları bağlarından çözerek karanlıkta kalan yerlerinden çıkarır ve katartik (duygusal boşalma) işlev ortaya çıkar. Burada grubun önemi ortaya çıkar. Olay ya da durum bu kez yalnız yaşanmamaktadır, getirilen sorunlar bir diğerinin de sorunudur aslında.

Biz şimdiki duruma uygun tepkiler bulmalıyız. Gerçeklere eski şartlanmalarla (hafızamızda-depolarda kalmış), korkularla yaklaşmamız bizi çıkmaza sokar. İnsanın yeni rollere hazır olması, geçmişle ilgili bağların yeniden değerlendirilmesi ve bağımsız ve esnek hale getirilmesi ile olur. Bunun için de kişinin kendi farkındalıklarını arttırması eğitim ve kültürdeki katılıkları aşacak şekilde bir kavrayış getirmesi gerekir.

Empati kullanmak, diğerinin özel duygu ve heyecan yaşamına girmek, bunu yaparken de kendi ile ilgili kişisel yaşantıyı geri çekebilmek demektir. Psikodramada temel tekniklerden biri olan rol değişimiyle kişi o yaşam deneyimini kendi de yaşamış olur. Geçmiş, bu güne, şimdi ve burada getirilip yeniden yaşanır. Ama farklı olan duygu dışa vurumu ile beraber şuanda farklı bakış açılarıyla yeniden yapılanmasıdır. Yani o zamanki gerçeğin şimdi, yeni bir gerçek olarak yeniden doğuşudur. İşlevsel bir onarımdır.

Eşleme özellikle terapi ekibinin ve sıklıkla hastaların da çok sık kullandıkları bir tekniktir. Burada kişi eşlenme yaptığı kişinin iç yaşantısını alıyor ve onun gibi yaşıyor. Ama aynı zamanda onun belki de ifade edemediklerini, arkadan yardımcı ben şeklinde, ifade ederek yeni farkındalıklar oluşturmasına, aslında şaşırmasına sebep olabiliyor. Bunun yorumdan farkı, bunu yaparken onun iç dünyasının içinde olarak yapmasıdır. Olayları gerçekçi zeminde değerlendirmesine de faydalı oluyor. Yani bilişsel değişimin önünü açıyor.

Rol değişimi: O olmak, onun gözüyle kendine bakmak, karşılaşmak, karşısındakinin iç dünyasıyla karşılaşmaktır. Birçok hasta bu aşamada katarsis yaşar. Karşılaşılan kişi sevgili, eş, babalar, anneler olabilir.

Ayna tekniği ise hasta kendi oyununu şekillendirirken dışarıdan kendini izler. Bu çoğunlukla çarpıcı ve şaşırtıcı bir andır ve kendiliğinden gelişir.

Biz ne yapıyoruz? Oyun oynatıyoruz. Bu aslında kendilerini ve sorunlarını keşif yolculuğu… Aynı sorunu yaşayan, evrensel duygulara sahip kişiler içlerini oynayarak açıyorlar, birbirlerinin rollerine giriyorlar, başkalarının dünyasına daha yakından bakıyorlar. Bu, dışarıdaki hayatlarında ilişkiye girdikleri eşlerine de daha yakından bakabilmek, onun gözüyle bakabilmek (empati yapabilmek) için fırsat sunuyor. Paylaşım ve rol geri bildirimleriyle olay daha gerçekçi boyutlara çekiliyor. Ancak hiçbirinde direkt bir yorum olmuyor, hasta ihtiyacı olanı alıyor ve grup odasından dışarı taşıyor.

Fark etmedikleri duygu ve düşüncelerle karşılaşıyorlar.


ÖZGECİLİK

Terapi grubunda hastalar verme yoluyla alırlar. Bu durum sadece karşılıklı alma verme ilişkisi içinde değil vermenin içsel yönüyle de ilişkilidir. Diğerleri için önemli olduklarını keşfetmek, canlandırıcı bir etki yapar. Bir kişiye yardım etmenin en iyi yolu onun size yardım etmesine izin vermektir.
Grup çatısı altında psikodrama ile çeşitli rollere girerek, eşlemeler yaparak ve geri bildirimler ve paylaşımlar yaparak hastalar birbirlerinin dünyasına girerler. Açık oldukça ve verdikçe kendilerine olan güvenleri artar.

BİRİNCİL AİLE GRUBUNUN ONARICI YİNELENİŞİ

Terapi grubu birçok yönden aileyi andırır. Otorite ebeveyn figürleri, yaşıtlar, kardeşler… Grupta bu aktarımlar bireysel terapide olduğu gibi tek bir kişi üzerinden değil, çokça kişi üzerinden çıkar ve gözlenme şansı olur.

Duygusal yüklü aile çatışmalarının fark edilmesi ve ifade edilmesi başlı başına yeterli değildir. Önemli olan onarıcı nitelik katmaktır. Yani farkındalıkdan daha fazlası olmalıdır. Her terapinin hedefi değişim olmalıdır. Psikodrama daha önce anlatıldığı gibi bu konuda eşsiz yöntemlerden biridir.


TOPLUMSALLAŞTIRMA TEKNİKLERİNİN GELİŞİMİ

Temel toplumsal becerilerin gelişmesi
Grup içinde konuşmak
Diğerlerine nasıl faydalı olabileceğini görmek
Daha az yargılayıcı daha kabul edici olmak
Kendilerini açtıklarında kabullenildiklerini görmek, bunu dış dünyaya taşımak için güven sağlıyor.

TAKLİTÇİ DAVRANIŞ

Terapist gibi olmak;
Grup üyelerinin çeşitli yönlerini, sorunlara bakış açısını, çözüm yaklaşımlarını model alma;
Taklitçi davranış kendi içinde kısa ömürlü de olsa yeni bir davranışı denemede kişiyi donup kalmaktan kurtarabilir. Sonrasında bir uyum helezonu geliştirebilir.

BİREYLER ARASI ÖĞRENME

İnsanlar her zaman üyeleri arasında kalıcı ilişkiler olan gruplar halinde yaşarlar.
Gelişmekte olan çocuk güvenlik arayışı içinde kabul gören yönlerini geliştirme ve vurgulama eğilimi içindedir, kabul görmeyen yönlerini ise bastıracak ya da yadsıyacaktır.

Birincil olarak bireyin kendini değerlendirmesi, diğerlerinin onu değerlendirmesiyle değiştirilebilir. Grup çarpıtmaları düzeltir. Yani bireyler arası ilişkilerin uyuma yönelik olarak değiştirilmesi gerekmektedir.

Hastayı daha uygun koşullar altında geçmişte baş edemediği duygusal durumlara maruz bırakmak, ardından onarıcı duygusal deneyim yaşayabileceği ortamı yaratmak hedeflenir.
Grup ortamı onarıcı duygusal deneyimin oluşturulmasında daha fazla fırsat sunar. Bazı duyguları kuvvetle yaşamamız fakat aynı zamanda kavrayış gücümüz aracılığıyla bu duygusal deneyimin olası göndermelerini anlamamız gerekir. Terapist bu süreci kendi üzerinde düşünme sürecine çevirmelidir. Değişim bilişsel bileşenleri de devreye sokarak çıkan duyguları anlamlandırır.
Hastalar bireyler arası uygunsuz sosyal davranışları er ya da geç grupta gösterirler. Terapistler bu toplumsal mikro kozmosu (grubun oluşturduğu dünyayı) tedavi edici hale getirmek istiyorlarsa öncelikle yinelenen uyumsuz hastaların bireyler arası örüntülerini (ilişkilerini) belirlemeyi öğrenmelidirler.

Grupta öğrenilen davranış sonuçta hastanın grup dışındaki bireyler arası davranışlarında değişiklikler yapar. Toplumsal kaygı azalır, öz saygı arta. Kendini gizleme ihtiyacı yok olmaya başlar.

Aktarım ve içgörü : Aktarım terapistle ilişkide çarpıtma üzerinde çalışmak, bir dizi çarpıtmadan birisini terapi sürecinde ele almak demektir. İyi işlenmiş bir grup bize bu şansı da verir.

GRUP BAĞLILIĞI
Terapiyi başarılı kılan tedavi edici bir ilişkidir. Güven, sıcaklık, empatik anlayış ve kabullenilme…
Grup bağlılığı diğer tedavi edici etmenlerin işlevlerini yerine getirmesi için zorunludur.
Araştırma sonuçlarına göre kabullenilmek, düzelmeyle kuvvetle ilişkili tek değişkendir. Diğerleri tarafından kabullenilme ve kendini kabullenme karşılıklı ilişki içindedir. Diğerlerinin kabullenmesi ise yalnızca kişinin kendini kabullenmesine bağlıdır.

En fazla düzelme karşılıklı tedavi edici ilişki içine giren üyelerde gösterilmiş.

Tedavi edici ilişki terapistin diğer süreçlerin işleyişini düzenleyici uygun koşulları yaratmasıyla olur.

Kişilerin grupta eksikliklerini fark etmesi, hatta kendilerini net bir şekilde yargılamaları şaşırtıcı bir şekilde toplum saygısını yükseltir.


BAŞKALARINDAN NE KADAR REHBERLİK ALIRSAM ALAYIM YAŞAMIMI SÜRDÜRMEK KONUSUNDA NİHAYİ SORUMLULUĞU ÜSTLENMEM GEREKTİĞİNİ ÖĞRENMEM

GRUPTA TEDAVİ EDEN NEDİR?
Şimdiye kadar anlatılan grubun iyileştirici özelliklerinin her birinin önemi gruptan gruba değişir.
Hastalar grubun tedavi edici kaynaklarına bir kafeterya gibi yaklaşabilir. Hasta gereksinmelerine, toplumsal becerilerine, kişilik yapılarına bağlı olarak tedavi edici etmenler bakımından seçim yapabilir. Araştırma verilerine göre bu farklı alımlar grup terapisinin tipi, terapinin hangi aşamada olduğu ve hastanın sosyoekonomik ve entelektüel düzeyinden büyük derecede etkileniyor.

İlk önce hastalar semptomatik iyileşme bekliyorlar, ardından terapinin ilk ayları boyunca çoğunun hedefi değişiyor. Bu değişimde; içinde çoğu kez ilişkiler olan yeni amaçlar belirliyorlar.

Dr. Işılay Altıntaş




FRANSIZ TEĞMENİN KADINI






FRANSIZ TEĞMENİN KADINI

“Dikip batıya gözlerini
Denizde bir noktaya
Sert olsun olmasın rüzgâr
Hep dururdu orada
Büyülenmiş gibi;
Sadece oraya
Mıhlanırdı gözleri
Başka yerde yoktu asla
O noktanın sihri.”
(Hardy, ”bilmece”)

Sarah gözlerini denize dikmiştir. Roman böyle başlar. Herkes onun Fransız Teğmeni beklediğini sanıyordur. Belki başlangıçta kendisi de Fransız Teğmeni bekliyordur.

John Fowles Fransız Teğmenin Kadını isimli romanında tutuculukla ün yapmış olan Viktorya döneminde yaşanan aykırı bir aşk öyküsünü anlatmıştır.

Romanla ilgili yazılan yorumlar; romandaki gizem, Charles’ın Sarah’ı bulacağına olan inancı ve iki kahraman (Charles ve Sarah) arasındaki gerilim üzerinde yoğunlaşmaktadır.

Yazar karakter ve olayları anlatırken ruhsal çözümlemelerden de yararlanmıştır.

Sarah Woodruff bulunduğu kasabada Fransız Teğmenin Kadını olarak bilinmekte ve bu isimle tanınmaktadır.

Sarah içinde yer aldığı sosyal sınıfa göre iyi bir eğitim alıp mürebbiye olmuştur. Sarah’ı kendi sosyal sınıfından zorla çıkaran babası, bir üst sınıfa itme gücünden yoksundur. Sarah içinden çıktığı sınıfın erkekleri için evlenilemeyecek kadar seçkin görünür olmuş, içine girmeye niyetlendiği sınıfın erkekleri içinse çok basit kalmıştır.

Sarah mutlu bir ailenin yanında mürebbiye olarak çalışmaktadır. Aile Sarah’a çok iyi davranmaktadır. Ama daha sonra Sarah bu mutlu manzarayı her gün izlemeye dayanamadığını söyler. Hatta “orada kalsaydım intihar edebilirdim” der. Sarah’ın böyle hissetmesi ilginç bir durum oluşturuyor.

Sarah Bayan Poltney’in yanında çalışmaktadır. Bayan Poltney yanında çalışanlara karşı son derece despotça davranan, huysuz bir ihtiyardır. Poltney’in yanında çalışma işini Sarah’a papaz bulmuştur. Bayan Poltney’in yanında çalışarak sanki Sarah günahlarının cezasını çekmektedir. Bu günahların bilinçdışındaki suçluluğu sembolize ettiğini düşünüyorum. Bayan Poltney’in yanında kalırken, Sarah tekrar mutlu ailenin olduğu eve çağırılır. Ama Sarah bu teklifi reddeder.

Doktor, Bayan Poltney’in yanında yaşamanın ne kadar güç olduğunu bilir ve Sarah’ın o evden uzaklaşmasını ister. Hatta çok mutlu bir aile yaşantısı olan doktor arkadaşının yanında Sarah için bir iş bulur. Sarah’a bu mutlu ailenin yanında mürebbiye olarak çalışabileceğini söyler. Ama Sarah bunu da kabul etmez.

Romanda en çok ilgimi çeken bölümler doktorun Sarah hakkında yaptığı ruhsal yorumlar olmuştu.

Sarah kendisini sürekli mutsuz hisseder, konuşmaz, sebepsiz yere ağlar. Doktor onun melankoli hastalığına yakalandığını düşünür. “Mutsuzluk ona mutluluk veriyor.” “ İyileşebilirdi, ama iyileşmek istemiyor ki… İlaç almayı reddetmek gibi bir şey bu yaptığı” der.

Doktor, Sarah’ın Bayan Poltney’in evinden kendini, bilinçli bir şekilde kovdurttuğunu düşünmektedir. Bunun nedeni de kurban olarak seçtiği Charles’ın kendisine daha çok acıması ve daha çok ilgilenmesini sağlamaktır.
Nitekim doktorun bilinçli bir şekilde kovdurulduğunu Sarah da itiraf etmiştir. Bayan Poltney’in evinden kovulabilmek için kendisi için yasaklanan bir şeyi yapmıştır. Çayıra gitmiştir. Bayan Poltney onun çayıra gitmesini yasaklamıştı.

Doktor, Charles’ı Sarah’la ilişkiye girmemesi için uyarır. Doktora göre Sarah kendisini zavallı göstererek, karşısındakinin kendisine acımasına neden olmaktadır. Hatta karşısındaki kişiyi kurban durumuna düşürebileceğini söyler.

Roman bu yorumu hatırlatacak şekilde bitmiştir. Charles aylar boyunca Sarah’ı arar. Kafasında canlandırdığı bir Sarah vardır. Sarah’ın yoksul koşullarda yaşadığını, hayatından memnun olmadığını düşünmektedir. Bu düşünce Charles’ı üzer.

Romanın sonunda Sarah’la karşılaştığında onun yoksul olmadığını, oldukça güzel koşullarda yaşadığını görür.
Sarah, Charles’ın evlenme teklifini reddeder. Charles aslında kendisinin zavallı konumunda olduğunu fark eder.

Özlem Boğoçlu
Sosyal Hizmet Uzmanı



Romanın Özeti

Sarah yoksul bir ailenin kızıdır. Babası çok para kazanmak ve üst sınıfa yükselmek istemektedir. Bu arzusunu kızının okumasını sağlayarak gerçekleştirmeyi düşünmektedir.
Babası öldükten sonra Sarah, T.Ailesinin yanında mürebbiye olarak çalışmaya başlamıştır. T.Ailesi mutlu bir ailedir.
Papazın anlattığına göre; T.Ailesinin yanında çalıştığı günlerde bir Fransız gemisi fırtına sonucu karaya vurmuştur. Bay T. bir deniz subayıdır ve Fransız gemisi mürettebatlarından biri olan geminin teğmenini eve getirir. Teğmenin bacağı kırılmıştır. Özellikle Fransızca bildiği için teğmenle Sarah’ın ilgilenmesini ister. Sarah ve teğmen birbirlerinden hoşlanmışlardır.
Teğmen iyileşince memleketine dönmek için yola çıkar. Bir hafta boyunca limana gidip yola çıkacağı gemiyi bekler. Sarah da onun peşinden limana gider. Orada teğmen, Sarah’a memleketindeki işlerini yapıp döneceğini söyler. Döndüğünde Sarah’ı da memleketine götüreceğine dair söz verir. Bunun üzerine Sarah T.Ailesinin yanına dönmeyip Lyme’da kalır ve denize bakıp teğmenin geleceği gemiyi bekler.

Charles’ın ailesi zengindir. Kız kardeşi ve annesi Charles bir yaşındayken ölmüştür. Bu ölümlerden sonra babası teselliyi kumarda ve barlarda bulmaya çalışmıştır. Çok sevdiği oğluna şefkat gösterememiş ama iyi bir eğitim almasını sağlamıştır.
Charles’ın babası ellili yaşlarda ölmüştür. Charles’ın hiç evlenmemiş bir amcası vardır. Amcası Charles’ın evlenmesini istemektedir.

Charles’ın nişanlısı Ernestina, ailede tek çocuktur. Ailesinin bunaltıcı ilgisine katlanarak büyümüş, en ufak öksürüğü bile doktorları başına toplamaya yetmiştir. Her yıl kışın ardından ve güç toplaması için annesinin Lyme’daki kız kardeşine (Tranter Teyze) gönderilmektedir. (Olayların büyük bir bölümü bu kasabada geçmektedir)

Sarah Lyme Kasabası’nda papazın sayesinde iş bulmuştur. Çok huysuz ve titiz, yanında çalışanlara eziyet eden Bayan Poltney’in yanına yerleşir.

Dr. Grogan Sarah’a mutlu bir ailenin yanında, iyi koşullarda yaşayabileceği bir iş bulur. Ama Sarah bu işi kabul etmez.

Bayan Poltney Sarah’a bir dizi kısıtlamalar getirir.
Sarah yasak olmasına rağmen her gün Ware Commons’da uçurumun kenarındaki çayıra gidip uyumaktadır.
Charles’la yalnız olarak karşılaşmaları da bu çayırda olmuştur. Sarah Charles’a öyküsünü anlatmış ve papazın anlattığından farklı olarak teğmenle cinsel birliktelik yaşadığını söylemiştir. Sarah Lyme’de teğmenin gelmesini beklememektedir. Çünkü teğmenin dönmeyeceğinden emindir. Daha da önemlisi teğmeni sevmemektedir.
Charles, Bayan Tranter aracılığıyla Sarah’a yardım edebileceğini söyler.
Sarah, Bayan Poltney tarafından evden kovulur.
Dr. Grogan Sarah’ı bulmaya çalışır. Çünkü Sarah’ın melankoli hastalığı sebebiyle tımarhaneye yatması gerektiğini düşünür. Charles buna engel olur.

Charles Sarah’ı son bir kez görüp para vermek için çayıra Sarah’ın yanına gitmiştir. Charles ve Sarah birbirlerine sarıldıkları sırada onları Charles’in hizmetkârı Sam ve Tranter Teyze’nin yanında çalışan hizmetçi Mary görmüştür.

Charles’ın amcası evlenme kararını açıklar. Bu karar Charles tarafından şaşkınlıkla, Ernestina tarafından da öfkeyle karşılanmıştır. Amcasının çocuğu olduğu taktirde amcasının serveti Charles’a kalmayacaktır.
Ernestina’nın servetinin Charles’ınkinden daha çok olması ve durumu öğrendikten sonra Ernestina’nın tekstilci olan babasının teklifi Charles’ın hoşuna gitmemektedir. Ernestina’nın babası Charles’a (eğer isterse) kendisi öldükten sonra işin başına geçmesini önerir.

Charles’ın amcası 60’lı yaşlara kadar evlenmemiştir. Charles’ın evlenmek üzere olduğu sırada birdenbire evlenme kararı alır. Bunun hemen ardından da Charles evlenmekten vazgeçer.

Sarah Charles’a kaldığı yeri bildiren bir not gönderir. Charles oraya gitmemek için direnmesine rağmen Sarah’ın kaldığı hana gider. Sarah’la cinsel ilişkiye girer ve Sarah’ın teğmenle birlikte olmadığını anlar. Çünkü Sarah söylediğinin aksine bakiredir.

Charles bir karar vermek zorunda hisseder. Ya Ernestina ile evlenerek onurunu zedelenmekten kurtaracaktır ya da Sarah ile evlenecektir.
Charles kararını Sarah’tan yana verir. Sarah’a Ernestina’dan ayrılıp kendisiyle evleneceğini bildiren bir mektup yazar. Mektubu Sam’le gönderir. Sam mektubu vermemiştir. Charles Ernestina’dan ayrılıp Sarah’ın kaldığı hana gider. Handa Sarah’a hiç mektup gelmediğini ve handan ayrıldığını öğrenir.

Charles dedektifler tutup aylarca Sarah’ı arar. Aylar sonra Sarah’ın kaldığı yeri bildiren bir not alır.
Sarah ünlü bir ressamın evinde kalmakta ve model olarak çalışmaktadır. Üzerinde çok güzel bir elbise vardır. Charles’a kendisiyle evlenmek isteyen bir kişiye verdiği cevap gibi Charles’la da evlenmek istemediğini söyler.
Yalnızlığa alıştığını ve özgür olmak istediğini söyler.
Sarah Charles’a bir kız çocuğu gösterir. Bu çocuk Charles’ın çocuğudur.
Sarah Charles’a evlenmek istemediğini tekrar söyler. Charles şaşkın, üzgün ve öfkeli bir şekilde oradan ayrılır.

YAŞAMIN KIYISINDA


Nejat annesini altı aylıkken kaybeder. Nejat’ın babası Ali, Nejat’ın hem annesi hem de babası olur. Ali, oğlunu Almanya’da büyütür. Oğlunu profesör olacak kadar iyi yetiştirir.
Nejat’ın film boyunca durgun bir havası vardır. Duygularını dışarıya çok fazla yansıtmaz. Onun duygularını daha çok eylemlerinden, seçimlerinden anlamaya çalışırız.
Nejat başrol oyuncusu olmasına rağmen film boyunca Nejat’la etkileşimde bulunan diğer karakterler ön plana çıkar.
Nejat karakteri, bana Kafka’nın kahramanı Bay K. yı hatırlattı. İki karakterin de savunmacı (defansif) bir var oluş şekli içinde olduğunu söyleyebilirim. Bu var oluş şekli ergenlik döneminin bitmediğini bize göstermektedir. Bu karakterler kendilerini ortaya koymaktan çok “diğerlerinin” davranışlarını önemsemektedirler. Kendilerini bir arayış içinde, bir var olmak veya olmamak şeklinde ortaya koyarlar. Ölüm temasının olduğu bir yok oluşla, huzurlu ve suçluluk duygusundan uzak bir var oluş arasında gidip gelirler.

Nejat karakterini uzamış bir ergenlik süreci içinde gibi düşündüm.
Ayten karakteri de onunla bir kadın karakter olarak paralellik arz ediyor.
Ergenliğin önemli özelliklerinden biri kederli olmaktır. Ergenlik kastrasyon karmaşasının yoğun olarak yaşandığı bir dönemdir.

Filme genel bir kederlenme havası var. Bu melankolik havayı oluşturan en önemli özellik filmdeki karakterlerin ölümleri olmuş.
Filmde ölümler önemli bir anlatım unsuru olarak kullanılmış.
Kazım Koyuncu’nun ölümü
Yeter’in ölümü
Lotte’ın ölümü

Ali hayat kadını olan Yeter’le birlikte yaşamaya başlar.
Ama daha sonra Ali’nin Yeter’e öfke ile attığı tokat, Yeter’in ölümüne sebep olur.
Yeter anne sembolü olarak Nejat’ın da hayatına girmiştir. Daha önce de babası başka bir kadınla da birlikte olmuştur. Ama Nejat’ın öz-annesi, daha sonra gelen bu dul kadın ve Yeter üçü birden Nejat’ın hayatından çıkar gider. Bütün yaşantısı boyunca babası (Ali), Nejat’ı annesiz bırakmıştır. Babası “anneyi” yok etmiştir.
Yok, etmiştir; ya onları öldürmüş, ya onlar ölmüşler veya ayrılmışlardır. Aslında küçük çocuk için (bilinç dışının dilinde) bütün bunların hepsi babanın anneyi öldürmesine indirgenebilir. Yani Ali Bey bir “anne” katilidir.

Peki neden?
Filmde bunun için bulabildiğimiz kanıtlar, Ali Bey’in cinsel arzularıdır. Oğluna ve Yeter’e karşı duyduğu güvensizlik onu hırçınlaştırmaktadır. Ali’nin, Yeter’e “tamamen” sahip olma arzusu ikisini de bir çatışma durumuna getirmiştir. Ayrıca Ali Bey oğlu ile sınır aşıcı, agresif (girici) bir ilişki kurmaya yatkındır. Nejat’ın hoşlanmamasına rağmen cinsel hayatı hakkında sorular sorar.

Ali Bey, oğlu ve Yeter bir araya gelirler. Ali Bey üçünün bir araya geldiği ilk anda kalp krizi geçirir. Daha önce Ali, Yeter’le ilişkiye girdiği halde kalp krizi geçirmez. Bu üç kişi arasında ortaya çıkan gerilim “o kadar” yüksektir ki daha ilk karşılaşmadaki stres böyle bir sonuca yol açar.

Nejat altı aylıkken öz annesini, daha sonra bir üvey anneyi ve en sonunda da Yeter’i kaybeder.
Yeter’in ölümüne sebep olduğu için babasını reddeder. “İnsan öldürmüş biri benim babam olamaz”
Baba ideallerini de reddeder. Almanya’yı ve profesörlük pozisyonunu bırakıp Türkiye’ye gelmeye karar verir. Bu davranış, babanın ona sağladığı güçlü pozisyonu terk edip, onun annesini aramaya yöneldiğini gösterir.
Türkiye ana-vatanın kendisi; zaten bir anne sembolüdür. Türkiye’ye dönüş “anne dünyasına” dönüştür.
Türkiye’ye Yeter’in kızı Ayten’i aramak, bulmak ve sahiplenmek için gelir. Yeter’in kızı Ayten’de Yeter’in mirası olarak anne dünyasına ait bir kişidir.

Ayten’in de babası yoktur. Yani Nejat ve Ayten birbirinin ayna görüntüsü olan, simetrik erkek ve dişi karakterlerdir.
Nejat ve Ali birlikte balık yerler. Balık eril bir semboldür.
Yeter, kızı Ayten’e ayakkabı gönderir. Ayakkabı dişi bir semboldür.
Erkek ve dişi dünyanın böyle karşılıklı simetrik ilerleyişi filme güzel bir hava vermiş.

Ayten için ise Türkiye baba dünyası, Almanya anne dünyasıdır. Devleti baba sembolü olarak düşünebiliriz. Ayten devlete (baba sembolüne) karşı suç işler ve Almanya’ya (anne dünyasına) kaçar. Anne dünyası içinde Lotte karakteri ile karşılaşır.
Almanya’da nasıl Nejat ve Babası bir erkek dünyası içinde yaşıyorlarsa, Ayten de Lotte ve annesi ile bir kadın dünyası içinde yaşamaya başlar.
Ayten Lotte ile homoseksüel bir ilişki yaşar.
Lotte’ın annesi, kızı ve Ayten arasındaki bu yakınlıktan rahatsızlık duyar.
Lotte’ın annesi, Ayten ile siyasi bir tartışma yapar. Ayten devleti (baba sembolünü) eleştirirken, Lotte’ın annesi ona karşı çıkar. Aslında Lotte’ın annesi Ayten’e baba sembolü (devlet) ile barışması gerektiğinin ilk işaretini göndermiştir. Ayten’in buna cevabı Lotte ile birlikte evden kaçmak şeklinde olur. Lotte’ın kötü annesine karşı kendi iyi annesini – gerçek annesini- aramaya çıkarlar.

Ayten Almanya’dan- anne dünyasından reddedilir ve Türkiye’ye baba dünyasına gelir.
Nejat Almanya’yı baba dünyasını reddeder ve Ayten’i bulmak için Türkiye’ye anne dünyasına gelir.
Lotte, Ayten’e yardım etmek için Türkiye’ye gelir.
Ali Bey Almanya’dan baba toprağına, Türkiye’ye geri döner.
Artık herkes Türkiye’ye gelmiştir.

Polis komiseri Nejat’a neden Ayten’e yardımcı olmak istediğini söyler. Sokakta yardımcı olabileceği bir sürü başıboş, suç işlemeye eğilimli çocuk vardır. Bu çocuklar anne babaları tarafından terkedilmiş çocuklardır. Nejat, Ayten’e yardımcı olmak ister çünkü babasının anne sembolünü öldürmesinin kefaretini ödemek istemektedir. Ayrıca yıllardır olmayan “anneye” kavuşma arzusu vardır.

Filmde gerçekleşen iki ölüm arasında da bir simetri vardır.
Baba kazayla anne sembolünü öldürür.
Sokak çocukları kaza ile “genç kızı” öldürür.

İki ölüm de kazayla olur. İkisinde de erkeksi bir hava vardır. Birincisi zaten direkt cinsel amaçlı bir talep sonucu ortaya çıkar.
İkinci ölüm süreci örgütün Ayten’den sakladığı silahı istemesiyle başlar. Silah fallik bir anlama sahiptir. İktidarı, gücü ve erkekliği sembolize eder. Silah yüzüklerin efendisindeki yüzük veya He-Man’in kılıcı gibi büyülü bir anlama sahiptir filmde.
Bu büyülü fallik sembol suç işlemeye eğilimli sokak çocuklarının eline geçince kazayla Lotte ölür.
Fallus homoseksüel ilişkiyi kırar ve yok eder. Kadınsı dünya ikiye bölünür ve yarısı yok olur. Aslında Ayten örgütün isteğini kabul ederek Lotte’nin ölümünü hazırlamıştır.
Lotte’nin annesi geldiğinde büyük bir pişmanlık içindedir. Artık Almanya’da kendi kızını reddetmesine neden olan fikirlerinden vazgeçmiştir.
Bence filmde en etkileyici karakter Lotte’ın annesidir. Diğer bütün karakterlerden daha radikal bir değişim geçirir. Filmdeki dönüşümlerin taşıyıcı noktası bu “anne” karakteridir.

Nejat’ın kaybettiği bütün annelerin yerine Lotte’ın annesi, Tanrı tarafından gönderilmiştir sanki. Onunla aynı evde kalır. Nejat Almanya’da babası ile barışmamıştır. Hapiste onun ziyaretine gitmez. Türkiye’de ana-vatanında ise, babası ile barışmaya hazırdır. Anne sembolü ile birlikte aynı evde kalmak, anne ile huzurlu ve gelenekler içindeki bir var oluş şekli Nejat’ın babasını affetmesini sağlar. Ruhunda babası ile barışmaya giden süreci başlatır.

Lotte’ın annesi Nejat’ın evinin bitişiğindeki tarihi-eski İstanbul evinin neden restore edilmediğini sorar. Nejat bunun nedeninin kültürsüzlük ve cahillik olduğunu söyler. Kültürsüz olan babasıdır. Binaların bakımsızlığının sorumlusu ise suçla ilişkili güç odaklarıdır (mafya). Bu babayla çatışmanın devam ettiğini gösterir. Ama daha sonraki bir sahnede bu eski evin önüne iskele kurulmuştur. Yani ev restore edilecektir. İşte bu sahnede bize babayla barışmanın başladığını gösterir. Evin anneyi sembolize ettiği açıktır. Baba sembolü değerli anneyi, aslında bir sanat eseri olan anneyi (tarihsel değeri olan evi) bakımsız ve kötü durumda bırakmıştır. Şimdi aslında yeni algılayış şekli içinde Nejat babanın sandığı kadar kötü olmadığını anlamaya başlar. Nejat hem annesini (sembolik anlamda) bulduğu hem de babasıyla barışacağı, yüzünün hayata dönük olduğu bir sürecin başlangıcındadır.
Son sahnede Nejat, anneyi sembolize eden denizin kıyısında, babasının balık avından gelmesini bekler. Deniz dişi, baba ve balık eril sembollerdir. Yaşamın kıyısındadır. Hayata ve libidoya yönelmiştir. Ölümden uzaklaşmak ister.

Lotte’in annesi kendi değişiminin zirve noktasına Nejat’ın evinde ulaşır. Ölen kızının günlüklerini okurken kızıyla olan içsel gerilimi sona erer. Artık kızına karşı cephe almaktan vazgeçmişidir. Hatta kızının davasını sahiplenir. Daha önce Ayten’le gergin ve sinirli bir ilişki içindedir. Değişimden sonra ise Ayten’e karşı koruma, kollama ve sevgi duyguları yeşertir.
Lotte’in annesi Çukurcuma yerine yanlışlıkla Kurkucuma gibi uyduruk bir kelime söyler. Burada Çukurcuma dişi bir semboldür. “Kurkucuma” nın Türkçedeki karşılığı Korkucuma olabilir. Korkucuma ise dişilikten ve anneden korkmayı işaret etmektedir. İki karakter bu hatadan dolayı gülerek birbirine sarılır. Artık Çukurcuma kabul edilmiştir. Korkucuma sona ermiştir.
Ayten pişmanlık yasasından yararlanarak, hem baba sembolü ile barışmış, hem de anne sembolü ile barışmıştır.

SEYİRCİ YORUMLARI

“sonu olmayan bir kısır döngü içinde olayların bir sonuca bağlanmasını bekliyorsunuz ama film bir boşluktasınız hissi vererek bitiyor.”

“İlk defa bir filmde filmin sonunda yazılar çıkarken yerimde oturup evet mutlaka bir şey olacak diye ümitle bekleyip ışıklar yandığında ümitsizliğe kapıldığım filmdi.”

Filmdeki iki önemli noktaya vurgu yapılmış. Ebeveynlerle çocuklar arasındaki mesafenin büyük ve aşılmaz görünmesi, filmin son sahnesinde bile, babanın geleceğinden emin olmamıza rağmen, bir kucaklaşmanın olmaması bu duyguları yaratıyor. Seyirci babanın gelişini ve mutlu bir sonu bekliyor. Çünkü hava bir azizlik yapabilir Ali Bey kıyıya dönemeyebilir, babanın kalbi tutabilir vs, gözümüzle görmek istiyoruz. Belki baba oğlunu affetmeyecek bunu da görmek istiyoruz. Burada bir boşluk kalmış.

“kadın kadına öpüşmesi ilginç oldu biraz”

“filme hiç beğenmedim çünkü sondan başa doğru gösterildi. Konusunu da anlamadım:( ve Nurgül Yeşilçay’ın bayanla öpüşme sahnesi gerçekten çok iğrençti...”

“ülkemiz ve onun insanının dünyası oldukça dışarıdan, anlaşılamayan veya yanlış anlaşılmış bir şekilde aktarılıyor. İstanbul’da sanki suç mekânı. Kız İstanbul’a geldi ve kısa bir sürede öldü”

“Birbirini arayan insanlar ama bulamayışlar, oysa ne kadar da yakınlar birbirlerine, tesadüfün böylesi denecek yakınlaşmalar ama kavuşamamalar, cenazelerin taşınma sahnesi oldukça dokunaklıydı, ama sanki film yarım kalmış gibi.”

Filmdeki suçluluk duygusu seyircide de paralel bir suçluluk duygusu uyandırıyor ki zaten böyle olmasını bekliyoruz. Ama neden bazı kişilerde bu duygu rahatsızlık düzeyine varmış?
Travmatik, kaotik dünyanın organize ve yeniden kurulmuş bir şeklinin oluşmaması, ebeveynlerle yaşanmak istenen “yakınlığın” yarım kalması, tam bir “arınmanın” oluşmaması bu duygulara yol açıyor sanırım. Karakterler ensest gerilimlerini aşmakta, ergenlikten çıkmakta, seksüel nötralizasyonlarını sağlamakta zorluk çekmeye devam ediyorlar sanki.
Filmdeki karakterler geçmişle hesaplaşmalarını tamamlayamıyorlar.

Ama belki bundan daha önemli olan karakterlerin geçmişle hesaplaşmak ve kendileri ve insanlığın mutluluğu için adımlar atmak konusundaki samimiyetleri. Belki Fatih Akın daha sonraki filmlerinde bu yarım kalmışlık duygusunu aşmayı başarır.

Dr.Kubilay Boğoçlu
Psikiyatri Uzmanı

Seyirci yorumları için bkz: http://www.sinemalar.com/film/648/Yasamin-Kiyisinda/

UYKUDAN ÖNCE ÖPER MİSİN?” Paddy McCann (5)





”UYKUDAN ÖNCE ÖPER MİSİN?” Paddy McCann (5)

VAHŞETİN ÇAĞRISI
Ölmek! Uyumak gibi bir şeydir, belki de rüya görmek gibi bir şey! Ama o ölüm uykusunda nasıl rüyalar görürüz? İşte bu düşünce ve korku bizi yaşamaya mahkûm ediyor. (Shakespeare)

Mr.A köpeğinin alt kattan gelen havlama sesiyle uyandı.Aşağı koştu.Merdivenlerde silahı elinde bir polis memuru ile karşılaştı.

Polis ona yüzükoyun yatmasını emretti. Onu kelepçeledi. "Bu evde kaç kişi yaşıyor?"diye sordu."Dört kişi" dedi, Mr.A. Daha sonra Mr.A bir polis arabasında, evinin arka bahçesinde bir saat bekletildi.

Polis ve acil durum ekibi kendi aralarında konuşurken, Mr.A karısının kötü bir şekilde yaralanmış olduğunu anladı.Polisin yaralayan kişiyi araştırdığını düşündü.

Henüz karısının vahşi bir şekilde öldürüldüğünü bilmiyordu ve polisin kendisini bu işin sorumlusu olarak gördüğünü anlamamıştı.

Yan taraftaki evde oturan komşu polisi aramıştı. Adam, havlama sesleri ve kadın çığlıkları duymuştu. Bunları polise bildirip uyumuştu. Tekrar uyandığında, Mr.A nın bir kadının cesedini çekerek havuza fırlattığını görmüştü.Daha sonra muhtemelen Mr.A uykusuna devam etmek için yatağına gitmişti.Polis onu uyandırıncaya kadar da uyanmamıştı.

Mr.A Mormon tarikatından olduğu için sigara ve alkol kullanmıyordu.Ama son 9 aydır yoğun bir stres altındaydı. Çalıştığı işte başarılı olamazsa, işinden ayrılması söz konusuydu, o yüzden daha az uyuyarak daha çok çalışmaya başlamıştı. Daha çok kafein (kahve)alıyordu.

20 yıllık evlilerdi. İki çocukları vardı. Ne çocuklarından, ne de çevrelerinden evlilikle ilgili bir problem bildirilmemişti. Her şey yolunda gibi gözüküyordu.

Hatta o gece yatmadan karısı ona işte nasıl davranması sorunlarını nasıl çözmesi gerektiği konusunda öğütlerde bulunmuştu.

Bu olayın anlatıldığı makalenin yazarı (Rosalind Cartwright), bu şiddet eyleminin bir "uyurgezer" tarafından gerçekleştirildiğini düşünüyor(1).

Uyurgezerliğin bazı özellikleri şunlardır: Uyku esnasında farkında olmadan dolaşmak, uyandıktan sonra ne yaptığını hatırlamamak ve bu durumun bir ilaç almadan oluşması.

Uyurgezerlik sırasında şiddet davranışları ortaya çıkabiliyor.

Uyku sırasında ortaya çıkan şiddet davranışı REM uyku bozukluğunda da görülür.

REM hızlı göz hareketleri anlamına geliyor. Uykunun bir evresine verilen isimdir.

"REM (Rapid Eye Movement) davranış bozukluğu renkli klinik tablosu ve sinir harabiyeti (nörodejeneratif) ile ilişkisi nedeniyle son dönemlerde dikkati çekmiştir. Bu hastalık tablosunun çeşitli bileşenleri kırk yıldır bilinmekteyse de REM davranış bozukluğunun tanımlanması oldukça yenidir.

REM davranış bozukluğu her yaşta ve cinste görülebilmekle birlikte sıklıkla ileri yaşlarda ve erkeklerde ortaya çıkar. REM davranış bozukluğu genellikle hastanın kendisine ve yatağını paylaştığı kişiye zarar vermesi ya da görülen rüyanın yol açtığı diğer davranışlarla kendini gösterir. Bu kişilerde psikopatoloji nadiren saptanır ve hastaların gündüz şiddet eğilimi yada sinirlilik hali yoktur"

REM uykusu sırasında beyin uyanıklığa yaklaşacak kadar aktiftir ancak iskelet kaslarının kasılması o andaki heyecana uymayacak şekilde bastırılır. Bu sayede oluşan REM döneminde kasılma olmaması kişinin rüya içeriğine uygun hareket etmesinin doğuracağı istenmeyen sonuçları engeller.

Dedemin anlattığı bir öykü vardı; dedemin bulunduğu kasabaya bir illüzyonist gelmiş, herkesi toplu halde "uyutmuş". Herkes kendisinin bir üzüm bağında olduğunu sanıyormuş. İllüzyonist, insanlara üzümleri tutmalarını söylemiş. O esnada herkesi uyandırmış. Meğer hemen herkes üzüm diye burnunu tutuyormuş. İşte REM uykusunda da kasların kasılmaması bu işe yarıyor. Hipnoz olayında o insanlar burunlarını üzüm diye koparabilirlermiş. Ama illüzyonist bunu bir şaka olarak durdurmuş. REM döneminde de kaslarımız kasılmadığı için böyle zarar verici hareketler yapmıyoruz.

Ama REM davranış bozukluğunda kasların kasılması söz konusudur.

Hasta ve eşi uykuda konuşma, gülme, küfretme, çeşitli jestler yapma, tekme atma, yataktan fırlama, çığlık atma gibi rüya içeriğiyle uyumlu davranışlar bildirirler. REM davranış bozukluğu daha çok sabaha karşı olur ve REM dönemlerinin dağılımına uygun olarak uykunun ikinci saatinden önce görülmez. Gecede 2-3 kez kadar sık, birkaç haftada bir kez kadar nadir olabilir.

Uyurgezerlik ve REM davranış bozukluğu gibi uyku terörü de uykuda şiddet yaşama veya yaşatma ile ilgili bir klinik tablodur.

Uyku Terörü: Uyku terörü atağı genellikle bir çığlık ile başlar. Bu sırada kişi şaşkın ve korkulu bir duygu hali içindedir. Otonomik hiperaktivite belirtileri(çarpıntı, hızlı soluk alıp verme, terleme, göz bebeklerinde büyüme gibi) genellikle tabloya eşlik eder.

Amaçsız, kontrolsüz hareketler de görülebilir ve bu sırada kişi kendisine ya da etrafına zarar verebilir. Atak genellikle dakikalar içerisinde kendiliğinden yatışır. Hasta yatağına geri dönerek uykusuna devam eder. Ertesi sabah uyandığında atak sırasında olup bitenleri hatırlamadığı anlaşılır (Kales, 1980c).

Uyku terörü çocukluk çağında daha sık görülen bir bozukluktur. Erişkinlerde yaygınlığının %1’in altında olduğu tahmin edilmektedir. Bozukluğun ilk belirtileri genellikle 4-8 yaşları arasında başlar ve delikanlılık döneminde kendiliğinden kaybolur. Uyku terörü olan çocuklarda bir ek tanı olarak uyurgezerlik belirtilerinin eşlik etmesi sık rastlanan bir durumdur.

Jouvet ve arkadaşlarının çığır açıcı çalışmaları REM uykusunun oluşumunda beyin sapı yapılarının önemini açıkça ortaya koymuştur

Yeni doğanlarda REM uykusunun uyku içindeki ağırlığı çok fazladır. Daha sonra REM oranı giderek azalır.

Uyku bizi ilkel köklerimize bağlayan en önemli yaşantılardan biridir. Beyin sapı beyinin en eski (ilkel) bölgelerindendir.

REM dönemi uykusu ile beyin sapı ve rüyalar arasındaki ilişkinin önemli olduğunu düşünüyorum.

Bizim bilinçdışı dediğimiz kavram, sanki bu noktalarda somut bir anlam kazanıyor. Bizi ilkel geçmişimize on binlerce yıl önceye götürecek rüyaların dünyasına bu ilkel beynin içinden geçerek girilmesi gerekiyor.
Dr.Kubilay Boğoçlu
Psikiyatri Uzmanı
Eylül 2007



1)Sleepwalking Violence: A Sleep Disorder,
a Legal Dilemma, and a Psychological Challenge/Rosalind Cartwright, Ph.D./(Am J Psychiatry 2004; 161:1149–1158)

2)REM Davranış Bozukluğu / Emre Bora, Süha Özaşkınlı/ Klinik Psikofarmakoloji Bülteni 2007;17:43-47

3) Uyku Bozuklukları/Dr. Başaran DEMİR - Dr. Sibel MERCAN/RCHP 1:1 OCAK 2007

4) Uykunun Nörobiyolojisi ve Bellek Üzerine Etkileri/Dr. Aygün ERTUĞRUL,Dr. Murat REZAKİ/Türk Psikiyatri Dergisi 2004; 15(4):300-308

5) http://www.recirca.com/reviews/paddymccann/index.shtml
Paddy McCann: Kiss before sleep, oil on canvas, 2004, 22 x 16 cm; courtesy the artist



Vamık Volkan psikanaliz

Vamık Volkan psikanaliz ve psikoterapi alanında çalışmakta olan bir psikiyatr. Kıbrıslı. Tıp eğitimini ABD de almış. Çok sayıda kitabı var.
Zaman zaman Türkiye ye gelip eğitim çalışmaları yapıyor.
Burada sizlere Kayıptan Sonra Yaşam kitabını bir parça tanıtmak istedim.
Kitaba internetten direk ulaşabileceğiniz bir adres bulamadım.
Bulabilirseniz bu kitabı almanızı öneririm.

Dr.Vamık Volkan’ın Kayıptan Sonra Yaşam
(Halime Odağ Psikanaliz ve Psikoterapi Vakfı)
http://www.halimeodag-vakfi.org

“John Buckman adındaki bir meslekdaşım, İrlanda at yarışlarında büyük miktarda para kazandıktan sonra depresyon nedeniyle hastaneye yatan alçakgönüllü bir Londralı'nın öyküsünü anlatır. Bu adam komplike olmuş yas içindeydi. Birdenbire gelen servet, önceki yaşantısının yitimi anlamına geliyordu. Yeni kavuştuğu zenginliğin tüm çekiciliğine karşın, eski yaşantısından vazgeçemi yordu.”
Bir halden başka bir hale geçmek, geçmişi terk etmek iyi bir duruma geçecek olsak bile zor değil mi?
Daha sonra Volkan, Alice adlı hastasından söz eder ..

“Alice hastam olduğunda on sekiz yaşındaydı. Bir yıl içinde 13.5 kg. vermişti ve anoreksi tanısıyla hastaneye yatırılmıştı. Durumu merak uyandırıcı bir örüntü gösteriyordu. Tartı 45 kilogramın altını gösteriyorsa, Alice o gün zayıflık takıntısını unutup yemek yiyordu. Tartı 46'ya vurduğunda ise kendisini açlığa mahkum ediyordu.”

Anoreksiya nevroza düşük bir vücut ağırlığına sahip bir insanın, kilosu az olmasına rağmen kilo almaktan veya şişman biri olmaktan korkması ile ilgili bir hastalık.

Alice in ise iri yarı bir dedesi vardır…

“ Dede kansere yakalanınca, aile Alice'i üzmemek için bu haberi ondan gizledi. Hastaneye yatırıldığında, ziyaret etmesine izin verilmedi. Dedenin ölümü yıkıcı bir darbe oldu. Cenazede, Alice onun bedeninin bu kadar küçülmüş ve örselenmiş olduğuna inanamadı. Dedenin yavaş yavaş kırk beş kiloya indiğine kulak misafiri olduğunda ise kendini kaybetti.”

Vamık Hoca Alice in karmaşık psikopatolojisini belirtmekle birlikte kilo meselesinin sembolik anlamına dikkat çekiyor..

“Alice’in kırk beş kilo olma saplantısı, onun Dede ile bağı, yaşlı adamı sağ tutmak için çaresizce başvurduğu girişimiydi.”

Dolayısıyla kaybettiğimiz kişiler için bir sembolik dil ve davranışlar örgüsü geliştiriyoruz demek ki.

“Yas tutmayı yalnızca ölüm ya da boşanma gibi büyük kayıplara bir yanıt gibi düşünme eğilimimiz var. Oysa yas tutma, basitçe herhangi bir yitim ya da değişikliğe verilen psikolojik yanıt, iç dünyamız ile gerçeklik arasında bir uyum sağlayabilmek için yaptığımız uzlaşmalardır.”

Ama bizim bir davranış şeklimiz de var olan “şeyleri” inkar etmektir

“Eğer yas tutamıyorsak, eski sorunların, düşlerin ve ilişkilerin kölesi olarak kalırız. Hala geçmişin melodisine göre dans ettiğimiz için bugüne ayak uyduramayız.”

Vamık Hoca hayatın doğal ritmi ile psikiyatri arasında da güzel bir bağlantı kurmuş:

“her kayıp, eğer tam olarak yası tutulabilirse, büyüme ve yenilenme için bir araç olabilir”

Yas tutma yetisini neler bozar?

“Dört etken yas tutma yetisini bozar. Birincisi, kişinin duygusal yapısıdır. Çocukluk gereksinimleri yeterince karşılanmamış ya da bir dizi kayba uğramış kişiler keder duymakta güçlük çekebilirler. İkinci etken, kaybedilen ilişkinin özgül doğasıyla ilgilidir. Aşırı bağımlı ya da bitmemiş meselelerle yüklü bir ilişkinin bırakılması daha zordur. Üçüncü etken yitimin koşullarına ilişkindir. Birisi aniden ya da kötü biçimde ölürse, bu ölümü kabullenmek daha güç olur. Sonuncu etken ise, günümüzde kederin dışa vurulmasına karşı getirilen kısıtlamalardır”

Bu kitap yalnızca ölümü değil, genel olarak yaşarken nasıl bir ritim ve üslupla yaşadığımızı da ele alıyor. Yüzü belki ölümden çok yaşama yönelik. O yüzden “iç karartıcı” diye okumaktan kaçınmamanızı öneririm.
Dr. Kubilay Boğoçlu

Aşağıda Vamık Volkan ın Türkçe de basılmış kitapları var
Ölümsüz Atatürk, Mustafa Kemal e bir de psikanalizin gözüyle bakmak isteyenler için iyi bir kaynak.
Atlarla yaşayan kadın, Kozmik kahkaha ve Kusursuz kadının peşindeyi bir terapi boyunca neler olup bitiyor diye merak edenler okuyabilir.

Atlarla Yaşayan Kadın Psikanalitik Öyküler - 2 Vamık D. VolkanOkuyanus Yayınları, Eylül 2003, 2. Hamur

Kanbağı Etnik Gururdan Etnik Teröre Vamık D. VolkanBağlam Yayınları, Kasım 1999

Kozmik Kahkaha Psikanalitik Öyküler - 1 Vamık D. VolkanOkuyan Us Yayın, Nisan 2003, 2. Hamur
Körü Körüne İnanç Kriz ve Terör Dönemlerinde Geniş Gruplar ve Liderleri Vamık D. VolkanOkuyan Us Yayın, Eylül 2005, 2. Hamur

Kusursuz Kadının Peşinde Vamık D. VolkanOkuyanus Yayınları, Eylül 2004, 2. Hamur

Ölümsüz Atatürk Yaşamı ve İç Dünyası Norman Itzkowitz, Vamık D. VolkanBağlam Yayınları, Ekim 1998

Türkler ve Yunanlılar Çatışan Komşular Norman Itzkowitz, Vamık D. VolkanBağlam Yayınları, Mart 2002Bu kitaplara şu siteden ulaşabilirsiniz: http://www.ideefixe.com




geovisit();

HAYVAN AKLI

HAYVAN AKLI

*Clark Gable, Rüzgar Gibi Geçti (Gone with wind) filminde, Vivien Leigh ile yanan binaların arasından bir atlı arabayla geçmektedir. Dev alevler atı ürkütmesin diye, Gable atın gözlerinin üzerine bir örtü atar.

*Bir kovboy vahşi atların hızla eğitilebildikleri yeni bir teknik bulmuştur. At bir hücrede zarar görmeyeceği bir biçimde üzerine yulaf dökülerek sıkıştırılır. Daha sonra, gem, üzengi, dizgin vs gibi atın hayatında daha sonra yer alacak nesneler ona koklattırılıp (yakından) gösterilir. Kovboylar atları bu yöntemle hızlı bir şekilde ehlileştirmektedirler.

İki durumda bize gösteriyor ki, atın vahşi doğasından (biyo-sosyal) kaynaklanan davranışları ile tikel (insan tarafından yüklenen, ) dönüştürülmüş (eğitilebilmiş-kontrol edilmiş) biyo-sosyal davranışları arasında bir gerilim mevcuttur. Artık at vahşi doğada bir at olmaktan çıkmıştır. O insan için değer üreten, insan ile ilişkisi içinde anlamlanmış bir "at" olmuştur. Bu varoluş tarzı, atın hem biyolojik, hem davranışsal (kendi at geçmişinde yatan sosyal tutumlar), hem de insanlarla girdiği uzun süreli öğrenilmiş davranışları kapsar.



*Memeliler daha ilkel-ilksel hayvanlardan (böcekler, sürüngenler) farklı olarak “oyun oynar “
Memeli yavruları , köpekler, kediler, balinalar, yunuslar, primatlar vs oyun süreci içinde kendi hakikatlerini yaratırlar.
Örneğin yavrular başta yakaladıkları hayvana (avlarına) ne yapacaklarını bilemezler, serbest bırakabilirler vs. Ama daha sonra “doyum” a giden yolu bulup öldürmeyi öğrenirler ...
Oyun doğası gereği miş gibi davranmaktır. Yani “rol yapmaktır” ...
Yemek yermiş gibi yapan biri yemek yemenin bütün gerçekliğini bize yaşatabilir, kendi yaşayabilir, ama karnı doymaz .
Yemek yeme eylemi ise artık oyunun ve sözün bittiği bir yerdir. Yani dürtü ve doyum karşılaştıkları zaman dürtüye ulaşmak için bir araç olarak kullanılan oyun gereksinimi ortadan kalkıyor. “Artık bezelye yemek istiyorum”, cümlesi veya “bezelye yemeği fotoğrafı” yerine bizzat dumanı tüten bir bezelye yemeği alıyor ... işte bu noktada insan somut gerçekle kavramsal gerçeği bütünleştiriyor. Bu da hayatın içindeki “normal” veya sağlıklı “psikotik algıyı” oluşturuyor. Somut (psikotik) düşünceye en fazla yaklaştığımız bir noktayı oluşturuyor bu durum. Yani bu şekilde hayat içinde, bence, defalarca, kısa zamanlı (saniyelik veya dakikalık) psikoza girip çıkıyoruz. Bunun sağlıklı insan davranışının bir parçası olduğunu düşünüyorum.
Dilin paranteze alınamayacağını söylüyor ya Lacan, bence dil bu anlamda paranteze alınabilir. Bu anlamda da her makul insanı acayip kılan , çok akıllı bir sürü insanı komik duruma düşüren anlar vardır. İşte bu çıldırtıcı anlar, kısa dönemli psikozun patladığı anlardır.
Hayatın bir oyun, kendi yönetimimizde olan bir süreç, tekrarlayabileceğimiz ders alabileceğimiz bir deneyim olmayıp,
yaşadığımız anın (psikotik anın) en somut, en gerçek şey olduğu duygusu yaşanıyor o sırda...

Dr.Kubilay Boğoçlu
Psikiyatri Uzmanı

Hayalet ve insan oğlu hayal-et-tiğince yaşar …

Hayalet ve insan oğlu hayal-et-tiğince yaşar …
“ABD'li bir kadının, çocuğunun korkusunu atması için internetteki müzayede sitesi e-bay'de satışa çıkardığı, babasına ait hayalet 65 bin dolara (91 milyar lira) alıcı buldu.” Bu hanımın “babası bir süre önce ölmüş, altı yaşındaki oğlu dedesinin hayaleti evde diye evde yalnız dolaşamaz olmuştu. Kadın bunun üzerine 'hayalet'i e-bay sitesinde satışa çıkardı”.. “alıcıya somut bir şey olarak babasının bastonunu vereceğini ilan etmişti.” “Hayaletli bastonun sahibi, e-bay'den daha önce de 28 bin dolar ödeyerek Meryem Ana'nın yüzüne benzeyen peynirli sandviçi alan Goldenplace.com sitesi oldu.” Hayaletin fiyatına çok şaşıran bu hanım, parayı oğlunun eğitimi ve hasta annesinin tedavisine harcayacağını söyledi.
9 Aralık 2004/Radikal Gazetesinden alıntı
Bu tür hayalet olaylarında, hayalet tarafından rahatsız edilen insanlar, merhum şahıs ölmeden önce, hayatta iken, onunla çatışmalı bir ilişkisi olan kişiler oluyor. Örneğin, kızlara eğitim veren bir okulun müdiresi öldükten sonra kızlar onun hayaletini okulun her yanında görmeye başlıyorlar. Bu müdire kızlara verdiği cezalarla ünlenmiş biri. Daha sonra bu hanımın hayaleti kuşaklar boyunca görülmüş. Bu haberde satışa çıkarılan nesnenin baston olması da ilginç. Burada annenin oğluna kendi Oedipus kompleksini projekte ettiğini düşünüyorum.

Suç,ceza ve ABD
20. Yüzyılın başında ABD de yoksul bir işçinin iki çocuğu yoksullar evine verilir. Adama da çocuklarına iyi bakmadığı için devlet kısa süreli hapis cezası verir. Adam hapisten çıktıktan sonra iki çocuğunu da boğarak öldürür. Çocukları birbirine bağlayarak bir göle atar. Bu olaydaki sembolik dil bana ilginç gelmişti. Devletin babayı sembolize ettiğini varsayarsak, sembolik baba ile işçinin çatışması çocukların ölümünü tetiklemiş. Gölün de genellikle sembolik anneyi temsil ettiğini düşünürsek, baba çocukları anneye geri göndermiş. Adam çocukları birbirine bağlamış ve bir salın üzerine koymuş. Türkçe de “sal” ın tabut anlamında kullanıldığını salhane nin de mezbaha anlamında kullanıldığını hatırlayalım. Adamın eylemi bir çok bakımdan ilkel toplumlardaki kurban törenlerini de hatırlatıyor. Çocukların bağlanması onların artık bağlı oldukları için kimseye zarar vermemesi anlamına gelebilir.

“Cezaevi nüfusunun toplam nüfusa oranı açısından ABD, 180 ülke arasında ilk sırada yer alıyor. ABD'de her 100 bin kişiden 686'sı yani 2 milyon kişi cezaevinde bulunuyor. Bu oranda, AB ülkelerinin de altında kalan Türkiye'de ise her 100 bin kişiden 93'ü hapiste. “
“Cezaevi nüfusu oranı, AB ortalamasında 100 binde 105 düzeyinde.”
30 Haziran 2005 Perşembe/Radikal Gazetesinden alıntı
ABD de ki mahkum sayısını bu kadar arttıran etkenler nelerdir? Micheal Moor un Kanada ABD kıyaslamasını hatırlarsanız, iki ülke arasında silah kullanımı bakımından ciddi bir fark olduğunu söylüyordu.
Demek ki Kanada, Avrupa ve Türkiye ceza rakamları birbirine yakın. ABD de ise anlamlı bir şekilde yüksek.
Amerika da bireylerin kendilerini algılayışları, hukukun bireyi algılayışı bizim dünyamız içinden bakınca kolayca anlaşılmıyor.Örneğin bir kayıp olayında çevre sakinleri organize bir şekilde hareket edip kayıp kişinin kendisini veya cesedi arıyorlar. İlanlar basıyorlar.
Dr.Kubilay Boğoçlu
Psikiyatri Uzmanı

Irvin Yalom ve Varoluşçu Psikoterapi

Psikiyatri ve Hayat-ANASAYFA
Irvin Yalom ve Varoluşçu Psikoterapi
Yalom’a göre:
“Varoluşçu psikoterapi bireyin varolmasından kaynaklanan endişelere odaklanan dinamik bir terapi yaklaşımıdır....
Dinamik psikiyatriden bahsedersek, hangi terapist dinamik olmamayı, yani ağır miskin durgun, hareketsiz olmayı kabul ederdi? Hayır ,terim güç kavramını içeren özel teknik bir kullanıma sahiptir.
Freud’un insanın anlaşılmasına en büyük katkısı, zihinsel işleyişin dinamik modeli olmuştur. Bireyin içinde çatışmalı güçlerin bulunduğunu ve hem adaptif hem de psikoptolojik olan düşünce ,duygu ve davranışını bu çatışmalı güçlerin bir sonucu olduğunu öne süren model. Üstelik bu güçler çeşitli farkındalık düzeylerinde bulunmaktadırlar. Bazıları gerçekten tamamen bilinçdışıdır. Bir bireyin psikodinamikleri o kişinin içinde işleyen çeşitli bilinçdışı ve bilinçli güçleri, güdüleri ve korkuları içermektedir.
Problemli hastayla uğraşan uzman ,bireydeki ,hiç dokunulmamış esas çatışmaları nadiren inceleyebilmektedir. Hasta bunun yerine inanılmaz derecede karmaşık endişelere kümesine sığınmaktadır.Birincil endişeler derine gömülmüştür, bunun üstüne bastırma ,inkar ,yer değiştirme ve sembolleştirme katmanları yığılmıştır. ...”
Var oluşçu dinamiklerle, Freudyen ve neo Freudyen dinamikler arasındaki bir başka büyük fark “derinliğin” tarifini içermektedir. Freud’a göre, araştırma her zaman kazıyı gerektirmektedir. O, bir arkeologun sabrı ve titizliğiyle çok katmanlı ruhu kazıyıp asıl noktaya, yani bireyin hayatındaki en baştaki olayların psikolojik kalıntılarının bulunduğu temel çatışma katmanına ulaşmıştır. En derin çatışma en baştaki çatışma anlamına gelmektedir.Bu nedenle , Freud’un psikodinamikleri gelişimsel temellidir.Temel ya da birincil terimleri kronolojik olarak alınmalıdır. Her biri “ilk” sözcüğüyle eşanlamlıdır.Buna uygun olarak, örneğin, temel anksiyete kaynakları en eski psikoseksüel felaketler olarak düşünülmektedir. Yani ,ayrılma ve iğdiş edilme...
Var oluşçu dinamikler gelişimsel modele bağlanmamıştır. Temel ile ilk yani önemli olan ile kronoloji olarak önde gelen sözcüklerinin aynı kavramlar olduğunu varsaymak için zorlayıcı bir neden yoktur. Derinlemesine araştırma, insanın geçmişi araştırması anlamına gelmemektedir.... insanın olduğu hale nasıl geldiğini değil ne olduğunu düşünmektir....
Bazı terapistler var oluşçu kaygılarla uğraşmaktan yalnızca evrensel oldukları için değil, bunlarla yüzleşmesi korkunç olduğu için de uzak dururlar. .. varoluşun getirileriyle yüzleşmek acı verir, fakat sonunda iyileştirir....”
Yalom çok sayıda Avrupalı psikiyatristin Freud’un indirgemeci görüşüne (bütün insan davranışlarını dürtü temeline bağlamak), materyalizmine (en yüksektekini en alçaktaki bağlamında açıklamak[üst belirleme kastediliyor sanırım]), ve determinizmine (bütün zihinsel işleyişlere mevcut olan tanımlanabilir faktörlerin neden olduğu inancı) karşı çıktığını bildiriyor.
“Çeşitli var oluşçu analizciler temel bir yöntemsel nokta konusunda aynı fikirdedirler: Analizci, hastaya görüngübilimsel olarak yaklaşmalıdır.Yani ,hastanın yaşantısal dünyasına girmeli ve anlayışı bozan ön varsayımlarda bulunmadan bu dünyanın olgularını dinlemelidir.Varoluşçu analizciler içinde en iyi bilinenlerinden olan Ludwig Binswanger, “yalnızca tek bir uzay ve zaman yoktur, insan sayısı kadar çok zaman ve uzay vardır” demiştir.”
1950’lerde hümanist psikoloji oluşturuldu. Bazen psikolojide “üçüncü güç” (davranışçılar ve Freudyen analitik psikolojiden sonra) olarak adı geçen hümanist psikoloji artan üye kayıtları ve binlerce akıl sağlığı uzmanının katıldığı yıllık toplantılarıyla güçlü bir organizasyon haline geldi. 1961 yılında American Association of Humanistic Psychology yazı kurulunda Carl Rogers,Rollo May, Lewis Mumford, Kurt Goldstein,Charlotte Buhler, Abraham Maslow, Aldous Huxley ve James Bugental gibi ünlü isimlerin yer aldığı Journal of Humanistic Psychology’i kurdu.
Yeni kurulan organizasyon kendini tanıtmak için bazı girişimlerde bulundu. 1962 yılında resmi olarak şunları açıkladı.
Hümanist psikoloji birincil olarak, ne pozitivist ya da davranışçı kuram, ne de klasik psikanalitik kuramda sistematik bir yeri olmayan insan kapasitesi ve potansiyelleri ile ilgilenmektedir. Örneğin aşk ,yaratıcılık, benlik, gelişme, organizma, temel gereksinim giderilmesi, kendini gerçekleştirme, yüksek değerler, var olmak, olmak, kendiliğindenlik, oyun, mizah, sevgi, şefkat, doğallık, ego üstünlüğü, nesnellik, özerklik, sorumluluk, anlam, adil davranış, aşkın deneyim, psikolojik sağlık ve ilgili kavramdır.
1963 te derneğin başkanı James Bungental beş temele öneri ortaya koydu.
1. insan insan olarak, parçalarının toplamının yerine geçer (yani insan parça işlevlerinin bilimsel olarak incelenmesiyle anlaşılamaz)
2. insan, insani bağlamda varlığına sahiptir (yani,insan kişiler arası yaşantıya aldırmayan parça işlevleriyle anlaşılamaz.)
3. insan farkındadır (ve insanın sürekli, çok katmanlı öz farkında-lığını tanımada yetersiz olan psikolojiyle anlaşılmaz. )
4. insanın seçimleri vardır (insan varlığının seyircisi değildir, kendi yaşantılarını kendi yaratır).
5. insan kasıtlıdır (geleceği hedefler, amaçları, değerleri ve anlamı vardır)

Yalom üslubunca nazik ama radikal bir şekilde Freud eleştirisi yapıyor.
Freud’da görmeye alıştığımız gelişimsel bir kuramdır. Her aşama bir sonraki aşama ile bağlantılı her parça ise bütün ile bağlantılıdır.
Yalom’un aktarımında ise Freud’un “ihmal ettiği” her şey yeniden önemseniyor. Bütünlüğü vurgulayan, insan iradesini ön plana çıkaran, insani değerlerin önemini vurgulayan bir kuramdan söz ediliyor.
Benim temel hedefim var oluşçuluğu ele almak değil. Bu psikiyatrinin ötesine giden bir boyut.
Şüphesiz bizzat Yalom’un Avrupa ve Amerika var oluşçuluğu arasındaki farkı anlatırken ikinci dünya savaşını mevzubahis etmesi gibi derin sosyal ve politik nedenleri olan bir konu.
Bizi burada daha çok ilgilendiren bir vakanın var oluşçu psikoterapi ve psikoanaliz açısından iki ayrı şekilde ele alınmasının önemi.
Dr.Kubilay Boğoçlu
Psikiyatri Uzmanı

Psikiyatri ve Hayat-ANASAYFA

Hayalet ve insan oğlu hayal-et-tiğince yaşar

Psikiyatri ve Hayat-ANASAYFA


Hayalet ve insan oğlu hayal-et-tiğince yaşar …
“ABD'li bir kadının, çocuğunun korkusunu atması için internetteki müzayede sitesi e-bay'de satışa çıkardığı, babasına ait hayalet 65 bin dolara (91 milyar lira) alıcı buldu.” Bu hanımın “babası bir süre önce ölmüş, altı yaşındaki oğlu dedesinin hayaleti evde diye evde yalnız dolaşamaz olmuştu. Kadın bunun üzerine 'hayalet'i e-bay sitesinde satışa çıkardı”.. “alıcıya somut bir şey olarak babasının bastonunu vereceğini ilan etmişti.” “Hayaletli bastonun sahibi, e-bay'den daha önce de 28 bin dolar ödeyerek Meryem Ana'nın yüzüne benzeyen peynirli sandviçi alan Goldenplace.com sitesi oldu.” Hayaletin fiyatına çok şaşıran bu hanım, parayı oğlunun eğitimi ve hasta annesinin tedavisine harcayacağını söyledi.
9 Aralık 2004/Radikal Gazetesinden alıntı
Bu tür hayalet olaylarında, hayalet tarafından rahatsız edilen insanlar, merhum şahıs ölmeden önce, hayatta iken, onunla çatışmalı bir ilişkisi olan kişiler oluyor. Örneğin, kızlara eğitim veren bir okulun müdiresi öldükten sonra kızlar onun hayaletini okulun her yanında görmeye başlıyorlar. Bu müdire kızlara verdiği cezalarla ünlenmiş biri. Daha sonra bu hanımın hayaleti kuşaklar boyunca görülmüş. Bu haberde satışa çıkarılan nesnenin baston olması da ilginç. Burada annenin oğluna kendi Oedipus kompleksini projekte ettiğini düşünüyorum.

Suç,ceza ve ABD
20. Yüzyılın başında ABD de yoksul bir işçinin iki çocuğu yoksullar evine verilir. Adama da çocuklarına iyi bakmadığı için devlet kısa süreli hapis cezası verir. Adam hapisten çıktıktan sonra iki çocuğunu da boğarak öldürür. Çocukları birbirine bağlayarak bir göle atar. Bu olaydaki sembolik dil bana ilginç gelmişti. Devletin babayı sembolize ettiğini varsayarsak, sembolik baba ile işçinin çatışması çocukların ölümünü tetiklemiş. Gölün de genellikle sembolik anneyi temsil ettiğini düşünürsek, baba çocukları anneye geri göndermiş. Adam çocukları birbirine bağlamış ve bir salın üzerine koymuş. Türkçe de “sal” ın tabut anlamında kullanıldığını salhane nin de mezbaha anlamında kullanıldığını hatırlayalım. Adamın eylemi bir çok bakımdan ilkel toplumlardaki kurban törenlerini de hatırlatıyor. Çocukların bağlanması onların artık bağlı oldukları için kimseye zarar vermemesi anlamına gelebilir.

“Cezaevi nüfusunun toplam nüfusa oranı açısından ABD, 180 ülke arasında ilk sırada yer alıyor. ABD'de her 100 bin kişiden 686'sı yani 2 milyon kişi cezaevinde bulunuyor. Bu oranda, AB ülkelerinin de altında kalan Türkiye'de ise her 100 bin kişiden 93'ü hapiste. “
“Cezaevi nüfusu oranı, AB ortalamasında 100 binde 105 düzeyinde.”
30 Haziran 2005 Perşembe/Radikal Gazetesinden alıntı
ABD de ki mahkum sayısını bu kadar arttıran etkenler nelerdir? Micheal Moor un Kanada ABD kıyaslamasını hatırlarsanız, iki ülke arasında silah kullanımı bakımından ciddi bir fark olduğunu söylüyordu.
Demek ki Kanada, Avrupa ve Türkiye ceza rakamları birbirine yakın. ABD de ise anlamlı bir şekilde yüksek.
Amerika da bireylerin kendilerini algılayışları, hukukun bireyi algılayışı bizim dünyamız içinden bakınca kolayca anlaşılmıyor.Örneğin bir kayıp olayında çevre sakinleri organize bir şekilde hareket edip kayıp kişinin kendisini veya cesedi arıyorlar. İlanlar basıyorlar.
Dr.Kubilay Boğoçlu
Psikiyatri Uzmanı
Psikiyatri ve Hayat-ANASAYFA

38 yaşındayım,bu güne kadar hiç hastalanmadım. Son derece başarılı bir yöneticiydim.Üç haftadır hiçbir şey yapmak istemiyorum. İntihar düşüncelerim ol

Psikiyatri ve Hayat-ANASAYFA

*38 yaşındayım,bu güne kadar hiç hastalanmadım. Son derece başarılı bir yöneticiydim.Üç haftadır hiçbir şey yapmak istemiyorum. İntihar düşüncelerim olmaya başladı.Her şey boş ve anlamsız ...

Daha önce kişi hiçbir şekilde bir psikiyatrik hastalık geçirmemişse ve psikiyatrik zorlukları yoksa ( yani sorunlarını çözerken zorluk yaşama, kendi işlerini yaparken zorlanma, “kriz” geçirme, zaman zaman hayattan zevk alamama vs vs.) bu durum bize kişinin depresif bir epizod içinde olabileceğini düşündürür. Amerikan psikiyatrisinin ülkemizde de saygınlığı vardır. Amerikan ekolünün önemli kitabı DSM IV’e göre, bir kişiye Major Depresyon tanısı konabilmesi için bu kişinin bu rahatsızlığı iki hafta boyunca geçirmiş olması ve bu iki hafta içinde belirgin bir şekilde, (yani zamanının çoğunu kaplayacak ve şiddeti az olmayacak) sıkıntılı olması veya işlerini yapmaması veya az yapması (iş veriminde düşüklüğe) beklenir. Hasta yine bu süre zarfında hayattan zevk alamama, sürekli üzüntülü olma, kilo verme veya aşırı kilo alma, uyku problemleri, huzursuz ve amaçsız hareketler (ajitasyon), suçluluk ve değersizlik duyguları, dikkat dağınıklığı ve ölüm düşünceleri gibi çok yönlü bir semptomatik tablo içinde olmalıdır.Bu yaşta birden ortaya çıkan bir Major Depresyon ise arkasında organik bir neden (örneğin hipotiroidizm gibi bir hastalık) var mı diye de araştırılmalıdır. Böyle bir tablo sevilen birinin yitimi (yas) ardından da yaşanabilir.
Bu hastalığı ilaçla tedavi etmek gerekmektedir. Hastalık kendine zarar verici boyutlarda ise hastane yatışı gerekebilir. Ama bir çok durumda ayaktan tedavi etkili olmaktadır. Bu vakanın bir psikiyatri uzmanı tarafından değerlendirilmesi gerekmektedir.

*Ders çalışırken bir türlü dikkatimi toplayamıyorum.Zeki biri olduğumu herkes söylüyor. Ama yeterince başarılı değilim.

Sadece bu şikayetle gelen kişiler olmaktadır. Özellikle öğrenciler , ders başarılarının istedikleri kadar olmamasını bu şekilde formüle etmektedirler. Dikkat dağınıklığının klinik olarak derecesini saptayan testlerimiz (örneğin mini mental durum muaynesi )vardır. Gerekirse daha ileri bir araştırma için nöropsikoloji laboratuvarından yardım alınabilir. Ama böyle bir şikayetin arkasında nevrotik özellikler, anksiyetik-depresif özellikler, tanı aldırmayan sosyal zorluklar gibi subklinik durumlarla sıklıkla karşılaşmaktayız. Hem doğru tanının konması, hem de, mümkün olduğunca bu durumun dinamikleri üzerinde çalışılabilmesi için bir uzmanla görüşmeyi öneririz.

*Eşim güzel bir kadın, birbirimizi seviyoruz . Hamile kaldığından beri ilişkimiz değişti ...

İlişkilerin yeniden yapılandığı dönemler, aile içindeki stresin yükseldiği dönemlerdir. İlişkilerde insanların karşılıklı olarak birbirlerini anladıklarını düşündükleri ve güven duygusunun oluştuğu bir süreç, birden bir maddesel değişiklikle yeniden sorgulanan bir şekle dönüşebilir. Bu durum kişilerdeki bütün kaygıları tetikleyici bir durum oluşturabilir. Bu karmaşık kombinasyonun her zaman oluşmadığını her evlenen kişinin, her çocuğu olanın benzer sıkıntılar yaşamadığını biliyoruz. Hamilelik, kadınlarda depresyon gibi ruhsal hastalıkların ortaya çıkma olasılığının arttığı bir dönemdir. Ama diyabet hastalığı olan (şeker) hamilelerde olduğu gibi depresyonu olan hamilelerde de daha önceden hastalığa yatkınlığın olma olasılığı yüksektir.
Örneğimizdeki kocanın bu sorunun öncesinde bir takım sıkıntılarının olma olasılığı vardır. Damgalanmamak (stigma) için psikiyatra gitmemekten sorunu önemsememeye veya farkında olmamaya kadar çeşitli sebepler işin içinde olabilir.
Tabii ki ben olabilecek olasılıklardan “sık rastladıklarımızı” anlatıyorum.

*Eşim günde bir veya iki küçük şişe rakı içiyor, sürekli alkolü bırakacağını söyledi ama sözünde durmuyor.Alkolsüzken çok iyi bir insan, sürekli tartışıyoruz,...

Uzun süre alkol kullanımı sonucunda istenen ,hoşa giden etkiyi elde edebilmek için daha fazla miktarlarda alkol alınır bu durum direnç olarak tanımlanır.Davranışsal direnç artımında bireyin alkolün etkilerine karşın günlük işlerini becerebilme durumu söz konusudur. Farmakokinetik direnç artımında ise alkolün karaciğerde daha hızlı yıkılması (bir ürünün fabrikada işlenmesi gibi düşünün) anlatılır.Hücresel direnç artımında ise yüksek alkol seviyelerine sinir sisteminin adaptasyonu söz konusudur.
Uzun süre alkol kullanımına bağlı direnç artımı ve alınan alkol miktarının azaltılması ya da alkolün kesilmesinden sonra ortaya yoksunluk belirtilerinin çıkması, bunların giderilmesi için alkol alımının sürdürülmesi fizyolojik bağımlılığı gösterir.
(Psikiyatri Temel Kitabı, Hekimler Yayın Birliği, Bölüm yazarı Prof.Dr.Mehmet Ünal, Doç.Dr.Nurgül Özpoyraz)
Alkol yüksek oranda karaciğerde metabolize (biyolojik işlem yapılarak vücuda adapte edilir) olur. Bu yüzden karaciğer ve alkol birlikte anılır. Alkolün yoksunluğunda deliryum tablosu (nerde olduğunu bilemediği,kişileri karıştırabildiği, gayipten sesler duyabildiği, olmayan görüntülerin görüldüğü vs vs bir tablo) da ortaya çıkabilir. Uzun vadede ise alkol kalıcı organik hasar yapabilir. Deliryum alkolün bırakılmasından sonra ilk 72 saat içinde görülür. Ancak ilk hafta içinde de ortaya çıkabilir. 5-15 yıllık bir ağır içicilikten sonra %5 oranında ortaya çıkabilir. Alkolün uzun vadede yaptığı organik bir hasar da demanstır (bunama). Zihinsel işlevlerde ve bilişsel yetilerde yaygın bir bozulma gözlenir. (a.g.e.)
Alkol kullanımının duygudurum hastalıkları (depresyon gibi) ile birlikte görülme sıklığı yüksektir. Alkol birçok klinik tablonun bir karmaşası şeklinde karşımıza çıkabilir.
Kişi durumun akılcılaştırıcı (rasyonalize edici) bir tutum takınarak tedavi almak istemeyebilir.

*Babamla tartıştıktan sonra, kriz geçirdim. Kendimi yerlere attım, üstümdeki elbiseleri yırttım.Buna benzer bir durumu iki kez daha yaşamıştım.

Bu gibi durumlarda, hasta ve ailesi radikal bir çözüm yerine, anlık-krize yönelik çözümleri yeğliyor.
Böyle bir durum olasılıkla yüksek anksiyete (huzursuzluk,sıkıntı,kaygı) düzeyi ve depresif özelliklerle birliktedir. Böyle bir durumda nevrotik semptomların düzeyi sorgulanır.Kişinin bir fobisi (bir durum veya nesneden aşırı korku) var mıdır? Daha önce organik bir neden olmadan (örneğin tansiyon düşüklüğü) bayılması olmuş mudur (konversiyon) ?
Çözülme tepkisi (disosiyatif semptomlar) var mıdır?
Kendi bedenine yönelik hastalık kaygıları, bedensel takıntılar, diğer takıntılar var mıdır?
Kişideki nevrozun varlığı veya yokluğuna göre, semptomların şiddetine göre terapist bir strateji saptar.
Sık sık acile giden kişilerde haftada en az bir kere olmak üzere uzun vadeli terapi görüşmeleri acile gidişi azaltmakta ve durdurabilmektedir.

*Son zamanlarda keyfim yerinde değil. Sürekli AIDS e yakalanacakmışım gibi bir korkum var.İki kere de tahlil yaptırdım,ama yine de korkum sona ermedi.

Böyle bir kişiyi çevresindeki insanlar ikna etmeye çalışırlar. Hasta geçici olarak rahatlar ve tekrar tekrar insanlar tarafından ikna edilmeyi bekleyebilir.
Obsesif Kompülsif Bozuklukta kişi günde bir saatten fazla takıntılı düşüncelerin veya davranışların etkisi altındır. Bu düşünceler temizlik, yakınlarının başına bir şey geleceği, hastalık kapacağı, eşyaların simetrik olup olmadığı vs gibi çeşitli alanlarda olabilir. Bunlar davranış boyutunda, defalarca kapıyı kitleyip kitlemediğini kontrol etmek, eşyaları düzeltmek, çizgilere basmamak, musluklara değmeden çeşmeleri kapatmaya çalışmak vs gibi olabilir.
Takıntılı davranışlar hayatımızın bir parçasıdır ve görüldüğü zaman hemen bir hastalık tanısı düşünülmemelidir. Ama bunların kişinin verimini düşürdüğü huzurunu kaçırdığı noktada (Bu nokta DSM IV tarafından günde bir saat olarak saptanmış.) uzmandan yardım almak gerekir.
Tedavisinde ilaç tedavisi ön plana çıkmakla birlikte değişik seçenekler de olabilir.

*Üç yıl önce oğlumu bir trafik kazasında kaybettim. Üç yıldır yaşama isteğim kalmadı. Zaman zaman intiharı düşünüyorum.Eşim benim gibi değil,o nispeten eskisi gibi oldu...

Dr.Vamık Volkan’ın Kayıptan Sonra Yaşam (Halime Odağ Psikanaliz ve Psikoterapi Vakfı) kitabı şöyle başlıyor: John Buckman adındaki bir meslektaşım ,İrlanda at yarışlarında büyük miktarda para kazandıktan sonra depresyon nedeniyle hastaneye yatan alçakgönüllü bir Londralı’nın öyküsünü anlatır.Bu adam komplike olmuş yas içindeydi. Birdenbire gelen servet ,önceki yaşantısının yitimi anlamına geliyordu. Yeni kavuştuğu zenginliğin tüm çekiciliğine karşın, eski yaşantısından vazgeçmiyordu. ... Zorluklar içindeki bir yaşam, lüks bir yaşamla değiş tokuş edildiğinde bile geride kalanın yasını tutarız ...
Ve Vamık Hoca şöyle devam ediyor: Alice hastam olduğunda on sekiz yaşındaydı. Bir yıl içinde 13.5 kg vermişti ve anoreksi tanısıyla hastaneye yatırılmıştı. Durumu merak uyandırıcı bir örüntü gösteriyordu. Tartı 45 kilogramın altını gösteriyorsa, Alice o gün zayıflık takıntısını unutup yemek yiyordu. 46 kiloda ise yine yemiyordu....
Üç yıl önce dedesi kanserden ölmüştü.Dede kansere yakalanınca ,aile Alice’i üzmemek için bu haberi ondan gizledi. Hastaneye yatırıldığında ,ziyaret etmesine izin verilmedi. Dedenin ölümü yıkıcı bir darbe oldu.Cenazede ,Alice onun bedeninin bu kadar küçülmüş ve örselenmiş olduğuna inanamadı. Dedenin yavaş yavaş kırk beş kiloya indiğine kulak misafiri olduğunda ise kendini kaybetti.
Alice’in anoreksisi yalnızca onun komplike olmuş yasına bağlanamaz. Bireyleşme çatışmaları ve cinsellik ve gebelik korkuları da dahil olmak üzere bir çok kaynağı vardı. Fakat tam kırk beş kilo olma saplantısı, onun dede ile bayağı, yaşlı adamı sağ tutmak için çaresizce başvurduğu bir girişimdi.
Vamık Volkan’ın aktardığı bu vaka örneğinde olduğu gibi, komplike olmuş yasın arkasında bir çok psikodinamik olabilir.

* Eşimle birbirimizi severek evlendik. Aramızda duygusal bir ilişki de var. Ama evlendiğimizden beri hiç cinsel ilişkiye giremedik.

Prof.Dr.Arşaluys Kayır aşk ve cinselliği şöyle tanımlıyor (İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Ders Kitabı): Aşk ve cinsel yakınlık,düşünsel,duygusal ve davranışsal boyutlarıyla iki insan arasında bir etkileşimdir.Düşünsel boyut ,kendini bir başkasına açma kararını vermektir. Bunlar, geçmiş, bugün ve gelecekle ilgili duygular,ümitler,değerler, korkular ve savunmalar olabilir.
Yukarda anlatılan durumun vajinusmus olma olasılığı yüksektir.
Vajina girişini saran kasların istem dışı kasılması olan vajinismus psikojenik bir korunma tepkisidir. Cinsel birleşmenin çok acı vereceği beklentisi tabloya hakimdir. Anatomik olarak vajinismik kadınların genitalleri normaldir. Fakat her giriş hamlesinde vajinal kaslar o kadar kasılır ki cinsel ilişki olanaksızlaşır.
Vajinismusu olan kadınların genelde cinsel uyarılma ve orgazm sorunu yoktur. Çoğu kez evlilikte mutlu bir beraberlik tablosu sunulur (a.g.e.).
Bu vakalar gurup terapilerinden yüksek oranda yarar görmektedirler.

Dr.Kubilay Boğoçlu
Psikiyatri Uzmanı

Psikiyatri ve Hayat-ANASAYFA
geovisit();