Foucoult’nun tanımına göre iktidar, çift yönlü bir sistemdir ve hem iktidar sahibi olan üzerinde hem de bu iktidar karşısında ezilenin üzerinde, kendi varlığını sağlamlaştırmak amacıyla belirgin bir baskı kurar. Ezilenin üzerindeki baskı malûmdur, zaten bizden önceki arkadaşlarımız, cinsiyet ayrımcılığında çoğunlukla ezilen konumunda bulunan kadına dair baskıları belirtmişlerdir. Fakat özellikle son dönemde Türkiye’de hızla gelişmekte ve genişlemekte olan feminist literatür göz önünde bulundurulduğunda, unutulan en önemli olgulardan biri erkek ve erkeğe dair baskılardır. İşte bu eksikliği görerek en azından bir yerden başlamak gerekir diyerek bu konuyu ele almak istedik. Düşüncelerimizdeki eksik noktalar, bu konu üzerine yazılan yazıların nicel anlamda kısıtlı olmasından kaynaklanmaktadır.
Tarım öncesi toplumlara bakıldığında, toplumdaki sosyal rol dağılımının nerdeyse eşit olduğu gözlenmektedir. Bu dengenin ilk olarak tarım ile bozulduğu söylenebilir. Bu düşünceyi temellendirirken mülkiyet kavramına değinilmelidir. Mülkiyet bir obje’nin bir süje’ye ait olma durumudur. Bu ait olma durumu huzuru getirir gibi görünse de aynı zamanda kaybetme korkusunu da beraberinde getirir. Bu korku insanı korumacı, saldırgan ve dolayısıyla güçlü olmaya iter. İşte tarımın başlamasıyla toplumsal davranışların her kademesine dahil olan mülkiyet anlayışı da, insanları toprak yani mülk sahibi olmaya itmiştir. Bu mülkleri koruma ihtiyacında olan insan da, avlanmak dışında diğer insanlarla da savaşan savaşçılara ihtiyaç duymuştur. Tam da bu noktada erkeğin rolü ön plana çıkmıştır. Burada alışılageldiği gibi erkeğin doğasında savaşçılık olduğu savı üzerinde durulmamaktadır, aslında o dönemki aletler göz önüne alındığında kadının yeterli çalışma ile erkekten çok da öldürücü olabileceği belirtilmelidir. Yine de yaşam süresinin kısalığı ve daha kısa zamanda daha kolay eğitilebilme gibi özellikler -ki bunların tamamen biyolojik yapı farklılığından kaynaklanmakta olduğu varsayılmaktadır- erkeği savaşçılığa itmiştir. Aslında burada bir parantez açmak gerekirse savaşçılık erkeğin doğasına entegre edilmiş ve ileride inceleneceği gibi doğallaştırılmıştır.
Bu dağılım feodal zamanın başlangıcında da aynen devam etmiştir. Yine de ortaya çıkan aristokrasi, bu savaşçı özelliği fazla olanları, diğer erkeklerin de üzerine getirmiş ve onlara diğer erkeklerin üzerinde iktidar kurma şansı vermiştir. Fakat bu durum beraberinde ideal erkek tipinde aranan özelliğin savaşçılık olmasına yol açmıştır ve bu, erkeklik kavramının erkekten beklediği ilk davranış kalıbıdır. Aristokrasi geliştikçe bu özelliğe sahip olmaları bile gerekmemeye başlamıştır erkeklerin. Ataları yeterince savaşmışlardır, bunun sonucunda yönetenden toprak almışlardır ve bu sayede piyasa göz önüne alındığında ekonomik bir güce sahip olmuşlardır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, piyasanın erkeklik kavramıyla olan doğrudan ilişkisidir. Piyasadaki iktidar odakları değiştikçe beklenen erkeklik kalıbı da değişmektedir. Diğer bir deyişle güç, piyasanın değişmesiyle farklı değişkenler üzerinden dağılmakta ve dolayısıyla güçlü olması beklenen erkeğin erkekliği de bu güce sahip olmak için gereken değişkenlerin kaçına sahip olduğu ile ölçülmektedir. Örneğin ilk kapitalist toplumlara gelindiğinde bu toprak sahibi olmanın yerini para sahibi olmak almıştır ve parası olan erkek makbul duruma gelmiştir. Post-kapitalizmin yaşandığı çağımızda ise, asıl sermaye odakları çok değişmediğinden, değişen kısım ise çok çabuk el değiştirdiğinden, atak, yırtıcı, yönetici erkek tipi makbul olmuştur. Bu durum o kadar vahim bir hal kazanmıştır ki, eskiden belki de erdemsiz meslekler olarak görülen ve dolayısıyla kız verilmeyen “topçu ile popçu”lara yani futbolcu ve müzisyenlere sadece kazandıkları para miktarındaki artıştan dolayı kız vermeye can atılır olunmuştur.
Bunun dışında bu tip erkeklik kalıpları, gelir düzeyine göre de dağılmakta ve erkekten beklenen ve belki de erkeğin doğasına uymayan belli davranış şekillerini doğallaştırmaktadırlar. İki uç örnek almak gerekirse, alt gelir düzeyindeki insanlar için “harbi olmak” yani doğru sözlü olmak ve riyakârlıktan kaçınmak, kavga edebilmek, zaman zaman bir nesne muamelesi yapılabilen kadını sahiplenmek, erkeklik olarak görülürken, üst gelir düzeyinde bu özelliklerin yerini piyasaya uygun olma, rasyonel olma, duygularla hareket etmeme gibi özellikler almıştır. Bu özellikler gerek popüler kültür araçlarıyla, gerekse etik yanlışlıklara tepki verme yöntemini kullanan çevre yoluyla, erkeğin doğasında var olan ve olması gereken özelliklere dönüştürülmüş yani doğallaştırılmıştır.Bunlar Bu doğallaştırma sürecinin sancıları da büyük olmuştur. Kısaca değinmek gerekirse bu süreçte ortaya bu belki de hiçbir zaman tamamıyla vücut bulamayacak erkeklik kalıbına uymadığı için nevrotik durumlara giren bireyler çıkmakla kalmamış, aynı zamanda Heidegger’in değimiyle otantik insan olma şansı, yani kendine özgü özellikler barındırabilme özgürlüğü erkeğin elinden alınmıştır.
Can Boğoçlu
(Öğrenci )
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder