
İngiliz nesne ilişkileri okulu psikanaliz tarihinde önemli yer tutar. Bu okul dikkatini dürtüler ve ilgili çatışmalardan ilişkilere nesne ilişkilerine çekmiştir. Burada odak nesne, özelikle çocuğun ilk nesnesi olan annesidir.
W.Çocuk hastalıkları uzmanıdır. Uzun yıllar boyunca Londra’da Paddington Gren hastanesinde çalışmıştır. İngiliz Psikanalitik Birliğinin başkanlığını yapmıştır. Psikanaliz birliğinde Anna Freud’un ve Melani Klein’ın grubundan bağımsız ayrı bir kliniğin başıdır. Stachey ve Riviere’in analizinden geçmiştir. Melanie Klein tarafından süpervise edilmiştir. Winnicot un kuramsal üretimi Klein ve Anna Freud arasındaki dinamikten etkilenmiştir. Winnicott psikanalitik bilgiyi topluma yaymak için çok çaba sarf etmiştir. Radyo konuşmaları çok ilgi görmüştür.
Anna Freud çocuk terapisinin ilk aşamasında çocukta olumlu aktarım geliştirme adına bazı tekniklerin uygulanmasını savunuyordu. Klein ise bu teknikleri çocuğun doğal saldırganlığının üstünü örtme çabası olarak görüyordu ve çok hatalı buluyordu.
Klein oyun terapisi ile çocuğun fantezi yaşantılarının ve id ego ve süper ego yapılarının ortaya çıkarılabileceğini savunuyordu. Oysa Anna Freud çocuğun ödipal dönem öncesi serbest çağrışıma uygun olmadığı egonun yeterince teşekkül etmediği, erotik ve saldırgan itkilerin kontrol edebilecek bir süper ego gelişmediğini öne sürüyordu.
Klein, Anna Freud’un analist çocuk için hem bir eğitimci hem de taklit edilebilecek nesne olmalıdır görüşüne şiddetle karşı çıkıyordu. Klein’a göre Anna Freud’un tekniği kaba bir yönlendiricilik içeriyordu. Oysa kendi tekniği hem en derin duygulara inebilen, bir şeyler empoze etmeyen, olgunun gerçek doğasında anlaşılmasını olası kılan karakterdeydi.
Winnicott bu tartışmanın ortasında değişik etkiler altındaydı. İkinci analisti olan Riviere koyu bir Klein taraftarıydı. Winnicott aynı zamanda Anna Freud ile hemfikir olarak gerçek dünyanın içsel fanteziler kadar önemli olduğunu, itki kontrolünün gerçek anne babanın terapilere katılımı ile kuvvetlendirilmesi gerektiğini savunuyordu.
1935 -39 yılları arasında Winnicott, Melani Klein’ın oğlu Eric’i analiz etti, Melani Klein Winnicotun karısını analize almıştı ve Winnicott’a süpervizörlük ediyordu.1939 da British Medikal Journal da Bolwlby ve Miller ile yazdığı ismini duyurdu. Bu yazı ve onu izleyen çalışmalarında erken dönem 2–4 yaş arası anneden ayrılan çocukların, annelerin depresyonunun ve çeşitli mahrumiyetlerinin çocukta nasıl duygusal sorunlara ve anti sosyal davranışlara yol açabileceğini inceledi.
GEÇİŞ NESNELERİ VE GEÇİŞ FENOMENLERİ
Winnicott’a göre çocuk başlangıçta bütünleşmemiş zamanda ve mekânda değişik ve dağınık deneyimler yaşar, bu deneyimler kendilik çekirdeklerini oluştururlar. Kendiliğin bütünleşmesi ve gelişmesi anne ile ilişki içinde annenin sağladığı kucaklayıcı çevre sayesinde oluşur. Annenin çocukla ilgili bütünleşmiş tasarımları çocuğun giderek kendi bütünlüğünü kavramasını sağlar.
Annenin çocuğun ihtiyaçlarına eş duyumlu yanıtlar vermesi çocuğun tutarlı bir kendilik duygusu geliştirmesinde ve iç dünyasının olgunlaşmasında çok önemli bir “ana” yol açar, buna yanılsama “anı” diyoruz. Çocuk eş duyumlu olarak her türlü ihtiyacı karşılandığında kendini, her türlü tatminin kaynağı olarak yaşar. Bu tam bir tüm güçlülük deneyimidir. Bu durum kendiliğin sağlıklı gelişmesi açısından büyük önem taşır. Gelecekteki yaşamda dış dünyanın güçlükleri karşısında yıkılmayan bir kendine güven duygusu böyle bir çocuksu tüm güçlülük deneyimine dayanır. Bu ise çocuğun yanılsamasını sanki her şeyi kendi yaratıyormuş hissini veren annenin eş duyumlu yanıtlarına bağlanmıştır.
Bir başka nokta çocuğun yalnız olabilme kapasitesinin gelişimidir. Anne sadece çocuğun ihtiyaçlarını eş duyumlu olarak karşılamakta kalmamalı yalnızlık deneyimlerini yersiz uyaranlarla bölmemeli gereksiz uyarıcılık sunmamalıdır.
Çocuğun yanılsama anı ve tüm güçlülük duyguları güvenli bir şekilde yerleştikten sonra dereceli bir şekilde yanılsamanın kırılması gerekmektedir. Bu çocuğun tüm güçlülük deneyiminden gerçeklik ilkesine geçiş anlamına gelecektir. İhtiyaçlarıyla her şeyi yaratan o değildir, bir dış dünya ve onun gereklilikleri vardır. Bu geçiş, annenin kaçınılmaz ve döneme uygun yetersizlikleri sayesinde olur. Bu aynı zamanda anneden ayrılma dolayısıyla bireyselleşme anlamına da gelir.
Çocuğun tüm güçlülük yanılsamasının annenin yanıtlarıyla sert biçimde engellenmesi, ya da erken engellenmesi ciddi psikopatolojik neticeler doğurur. Bu durumdaki çocuk giderek sahte kendilik geliştirecektir. Kendiliğinden ihtiyaç ve taleplerinden vazgeçecek hızla annenin ve başkalarının taleplerine göre kendini oluşturmaya çalışacaktır, bu durumda hakiki kendilik gelişmemiş bir nüve olarak sahte kendilik tarafından kuşatılacaktır.
Hakiki kendilik kendiliğinden ihtiyaçların, sahte kendilik ise çevrenin sağlamadığı olumlu ortamı sürekli olarak oluşturma aktivitesidir.
Winnicott’un geçiş olgusu adını verdiği durum bu çerçevede değerlendirilir. Annesinin verdiği tüm güçlü kontrolün yarattığı yanılsamadan çıkmakta olan çocuk gerçekliğe dönmeden önce annesinin daha doğrusu annesi üzerindeki tüm güçlü kontrolü ikame ettirdiği yeni bir nesne aramaktadır. Bu nesne kimi zaman bir oyuncak ya da ev eşyası vs gibi şeylerdir. Çocuk bir süre bu nesneyi kendi denetimine alır, bu nesne ile ilgili tüm tasarrufu elinde tutmak ister. Geçiş nesnesi çocuk tarafından ne tüm güçlü bir kontrole sahiptir ne de tümüyle egemen olamadığı dış dünyaya aittir. Yani sonuçta geçiş olguları bir ara aşamadır. Tek benci içsellik ve nesnel gerçeklik arasındaki çatışmadır. Yani insan sürekli, kendi ihtiyaçları çerçevesinde dış dünyayı egemenliği altına almaya çalışırken dış gerçekliği hesaba katmaya zorlanır.
Geçiş olguları içsel olanla dışsal olan, tüm güçlülük ile gerçeklik, mutlak yaratıcılık ve zorunluluk arasındaki parodoksal bir durumdur.
Daha sonra değinileceği gibi bir insanın yaratıcı kapasitesi çocuğun oyun gücü ile örtüşür. Oyun ne tamamen içsel ne de büsbütün dış gerçekliğe aittir.
Geçiş nesnelerinde kullanılan nesnenin ne olduğundan daha çok onu kullanım tarzı önemlidir. Bunun kabul edilmesi, tahammül edilmesi ve saygı duyulması önemlidir. Bu durumu çözmek mümkünse de bedeli değer kaybetmesidir.
İnsan hayatında huzurlu savaş halinde zengin ya da yoksul bir iç gerçeklik vardır. Ancak hem iç gerçekliğin hem de dış dünyanın katkıda bulunduğu bir ara deneyimleme bölgesi vardır. Bu bebeğin gerçekliği tanıyıp kabul etmesi konusundaki yeteneksizliği ile giderek artan yeteneği arasındaki ara durumdur. Erişkinde ise dış ve iç gerçekliği ayıran ama bağlantı kuran insanı meşgul eden bir işle uğraşan birey için dinlenme yeridir sanat gibi
Bebekte başparmak emme gibi kendine yönelik erotik bir faaliyeti karmaşıklaştıran şu durumlar vardır; bebek öteki eliyle dışsal bir nesneyi çarşaf ya da battaniyeyi parmaklarıyla birlikte ağzına sokar. Bez parçası bir biçimde tutulup emilir. Bu nesneler etrafta neyin kolayca bulunabildiği ve neyin güven verdiğine göre değişir. Yolup biriktirilen yün topakları ile kendini okşama ya da mırıldanmalar, agucuklar, anal sesler, ilk konuşma alıştırmaları olabilir. Düşünme ve fantezi kurmanın bu işlevsel deneyimlerle bağlantılı olduğu varsayılabilir. Winnicott tüm bunlara geçiş olguları der.
Bütün bunlar bebeğin tam uykuya geçerken kullanmadan edemediği ve endişeye, özellikle depresif türden bir endişeye karşı savunma niteliği taşır. Bu bir battaniye olabildiği gibi sözcük, ezgi, özel bir davranış ya da konuşma tarzı olabilir. Bu nesne önemli olmayı sürdürür. Anne ve baba da bu nesnenin bebek için taşıdığı değeri fark edip bir yere giderken yanlarında götürürler. Anne nesnenin kirlenmesine ve kokmasına aldırmaz, çünkü yıkanırsa bebeğin deneyiminin sürekliliğinde kopuşa yol açacağını ve bu kopuşun, nesnenin bebek için taşıdığı anlam ve değeri ortadan kaldıracağını bilir.
Geçiş olguları 4–6, 8 ve 12 aylar arasında görülmeye başlanır. Bebeklikte yerleşen kalıplar çocuklukta da sürebilir, başlangıçtaki yumuşak nesne bebek uykuya dalarken ya da yalnız kaldığında ya da sıkıntıyla baş etmesi gereken durumlarda gerekli olmayı sürdürebilir. Normalde ilgi alanı genişler ve kendiliğinden bırakılır. İlk yıllarda belli bir nesneye ve davranış kalıbına duyulan bu ihtiyaç sonraki yaşlarda çocuk yoksunluk tehdidi ile karşılaştığında yeniden ortaya çıkabilir.
Geçiş nesnesinin, yani ilk ben olmayan şeyin kullanımı açısından oğlanlar ve kızlar arasında fark yoktur. Nesne kızlarda daha yumuşak erkeklerde daha sert cisimler olabilir.
Bazen annenin kendisi dışında hiçbir geçiş nesnesi olmayabilir ya da bebek duygusal gelişimi sırasında o kadar örselenmiştir ki geçiş durumu yaşamaz ya da kullanılan nesnenin sürekliliği bozulur.
Özet olarak; bebek nesne üzerinde belli haklar talep eder, biz de bu talebi kabul ederiz, yine de başından beri olan tüm güçlülük bir kenara bırakılmıştır.
Nesne şefkatle kucaklanır, coşkuyla sevilir ya da kızılır.
Nesne bebek tarafından değiştirilmedikçe asla değiştirilmemelidir.
Nesne içgüdüsel sevgiye olduğu kadar nefrete de tahammül edebilmelidir.
Bebeğe, nesne kendisine ait sıcaklık yayıyormuş, hareket ediyormuş gibi bir canlılığa, gerçekliğe sahip olduğunu gösteren bir şey yapıyormuş gibi görünür.
Bize göre dışarıdan gelir, bebeğe göre içeriden gelir, ama varsanı da değildir.
Nesnenin kaderi, kendine yapılan yatırımın yavaş yavaş geri çekilmesidir, unutulmaz, ardından yas tutulmaz, sadece anlamını kaybeder. Bunun nedeni geçiş olgusunun dağılması, iç ruhsal gerçeklik ile iki kişi tarafından ortak algılanan dış dünya arasındaki ara bölgeye yani kültürel alana yayılmasıdır.
GEÇİŞ NESNESİNİN SİMGECİLİKLE İLŞKİSİ
Geçiş nesnesinin meme gibi kısmi bir nesneyi simgelediği doğrudur, ancak burada önemli olan nesnenin simgesel değerinden çok fiili varlığıdır. Gerçek olmasına rağmen anne ya da meme olmaması memenin yerine geçmesi kadar önemlidir.
Simgecilik aşamasında bebek fantezi ile gerçeği, iç ve dış nesneleri, içsel yaratıcılık ile algıyı zaten net bir şekilde ayırır. Ama geçiş nesnesi terimi farklılık ve benzerliği kabul edecek hale gelme sürecine yol açar. Geçiş nesnesine ait bilgi almak çocuğun erken yaştaki özelliklerin hatırlanmasında ve diğer çocuklarla karşılaştırılmasına imkân sağlar. Bu bilgi çoğunlukla çocuğun kendisinden de alınabilir, çocuk bunu anlatırken sanki gerçeklik duygusundan yoksunmuş gibi konuşması dikkat çekicidir.
İÇSEL NESNE İLE İLİŞKİ
Geçiş nesnesinin bir içsel nesne değil ama bebek için dışsal bir nesne de olmadığı söylenmişti. Bebek, içsel nesne canlı, gerçek ve yeterince iyi olduğunda bir geçiş nesnesi elde edebilir. Ama bu içsel nesnenin niteliği dışsal nesnenin yani annenin varlığına canlılığına ve davranışlarına bağlıdır. Dışsal nesnenin yani annenin yetersizliği sürdüğünde içsel nesne bebek için anlamını yitirir. İşte o zaman geçiş nesnesi anlamsızlaşır. Yani geçiş nesnesi dışsal memenin yani annenin yerine geçebilir ama bunu dolaylı olarak içsel memenin yerine geçerek yapar.
Ortada yeterince iyi anne olmadığı müddetçe haz ilkesinden gerçeklik ilkesine geçmesi ya da birincil örselenmeyi gerçekleştirip onu aşması mümkün olmaz. Çocuk bakımı zekâya ya da düşünsel aydınlanmaya değil kendini adamışlığa bağlıdır.
Yeterince iyi anne başlangıçta neredeyse yüzde yüz uyum göstererek bebekte kendi memesinin onun bir parçası yanılsamasının doğmasına fırsat bırakır. Meme adeta çocuğun büyülü denetimi altındadır, aynı zamanda anne çocuğun sakin zamanlarına da fırsat bırakır, tecavüz etmez, annenin nihai görevi çocuğu bu yanılsamadan yavaş yavaş kurtarmaktır. Ama başlangıçta fırsat vermezse bunu başaramaz.
Zamanla bebeğin annenin yetersizlikleri ile başa çıkma yeteneği artmasıyla birlikte daha az uyum gösterir.
Bebek tekrar yoluyla hayal kırıklığının bir sınırı olduğunu anlar. Ama süre başlangıçta kısa olmalıdır. Süreç duygusu gelişmesi, zihinsel faaliyetler başlaması, hatırlama, yeniden yaşama, fantezi kurma, düşleme geçmiş, bugün ve geleceği bütün olarak algılama ile bu durumla başa çıkar…
Anneden ayrılığın olduğu durumlarda bebekte hemen bir değişim olmaz. Çünkü bebeğin annesine ait bir anısı, zihinsel bir imgesi, içsel bir temsili vardır ve belli süre varlığını sürdürür. Eğer bu kişi saatler –günlerle ölçülen belli süreden fazla uzakta kalırsa o zaman anısı ve içsel temsili solup gider. Bu arada geçiş olguları yavaş yavaş anlamsızlaşır ve bebek onları yaşayamayacak hale gelir. Yatırımın nesneden yavaş yavaş çekildiğini izleyebiliriz. Bazen kayıptan hemen önce geçiş nesnesinin abartılı olarak kullanıldığını görebiliriz. Bu nesnenin anlamsızlaşması yönünde tehdit olduğunda inkâr edilmesidir.
Parodoksun çözümü yetişkinlikte gerçek ya da sahte kendilik örgütlenmesi olarak görünebilecek savunma örgütlenmesine yol açar.
Gerçekliği kabul etme işi hiçbir zaman tamamlanamaz. Hiçbir insan iç ve dış gerçekliği birbiriyle ilişkilendirme geriliminden kurtulmuş değildir. Bu imkânı sağlayan sorgulanmayan bir ara deneyim bölgesidir, bu da sanat din ya da kendini oyun oynarken kaybeden çocuğun alanıyla doğrudan bağlantılıdır.
OYUN…
Winnict’a göre oyun tıpkı geçiş nesnesi gibi ne tam bir içsel gerçeklik ne de dışsal gerçeklik ile ilgili bir meseledir. Oyun ne içeride ne dışarıdadır… Bebek geçiş nesnesini kullandığında yani ilk ben olmayan şeyi kullandığında çocuğun ilk kez simge kullanımına hem de ilk oyun deneyimine tanıklık ederiz.
Nesne kullanımı artık ayrılmış olan iki şeyin bebek ve annenin ayrı olma durumlarının zaman ve mekandaki başlangıç noktasındaki birliğidir.
Winnicot’un oyun kuramında
1)Bebek ve anne iç içe geçmişlerdir…
Omnipotans
2)Nesne reddedilir, yeniden kabul edilir ve nesnel olarak algılanır.
3)Nesne bu kısmi ayrılığın altından hakkıyla kalkabildiğinde ruhsal güçlerin tüm güçlülüğü ile gerçek olan üzerindeki denetimi arasında birlikteliğe dayanan deneyimler yaşar.
Anneye duyulan güven bir ara oyun alanı yatır. Bebek tüm güçlülüğü belli ölçüde yaşadığı için büyü fikri buradan çıkar. Oyun alanı anne ile bebek arasında yer alan anne ve bebeği birleştiren potansiyel bir alandır.
Oyunun esası her zaman kişisel ruhsal gerçeklik ile gerçek nesnelerin denetlenmesi deneyimi arasındaki etkileşimin iktidarsızlığıdır.
Sonraki aşamada çocuk güvenilir kişiye ulaşabileceğini ara ara unutsa bile hatırladığı zamanlarda ona yine ulaşabileceği varsayımıyla oynar.
Daha sonra her iki oyun alanının örtüşmesine izin verir ve bu örtüşmeden hoşlanma aşamasına gelir. Bebek ilk anne ile oynar. Bebeklerin oyuna kendilerine ait olmayan fikirlerin sokulmasından hoşlanma ya da hoşlanmama kapasiteleri vardır.
Öğretmen çocuğu zenginleştirmeyi amaçlar, terapist ise daha çok çocuğun kendi büyüme süreçleriyle ve gelişmenin önünü tıkadıkları anlaşılan engellerin ortadan kaldırılmasıyla ilgilenir. Oyunun kendisinin bir psikoterapi olduğu unutulmamalıdır. Çocuğun oyun oynayabilecek hale gelmesinin kendisi evrensel bir psikoterapidir, pozitif toplumsal tavır takınmak toplumsal olarak buna dâhildir. Toplum oyun oynamanın her zaman korkutucu olma ihtimalini de hesaba katmış ve kurallı oyunlar örgütlemiştir.
Oyunda en önemli an çocuğun kendi kendini şaşırttığı andır. Psikoterpiyi de iki kişi arasında oynanan bir oyun olarak düşünebiliriz. Yani önemli olan zekice yapılmış olan bir yorum anı değildir. Malzeme olgunlaşmadan yapılan yorum direnç olarak geri döner ya da boyun eğmeye yol açar ya da hasta oyun oynama kapasitesine sahip değilse yorum işe yaramaz ve kafa karıştırır, psikoterapi yapılacaksa oyun kendiliğinden gelişmelidir.
Özetlersek,
Oyun ne içeride ne dışarıdadır. Çocuk oyun alanına, dış gerçeklikten nesneler ya da olgular taşır ve bunları kendi içsel ya da kişisel gerçeklikten gelen bir örneğe hizmet edecek şekilde kullanır, somut dünya soyut özelliklere bürünür ve çocuğun kişisel tarihinin parçası haline gelir.
Geçiş olgularından oynamaya, oynamadan başkalarıyla oynamaya, buradan da kültürel deneyime giden dolaysız bir gelişim söz konusudur.
Oyun bedenle ilgilidir, oyunda nesneler kullanılır, bazı yoğun ilgi türleri bedensel uyarımın belli yönleriyle bağlantılıdır.
Erojen bölgelerdeki bedensel uyarım oyunu tehdit eder, dolayısıyla çocuğu bir kişi olarak var olma duygusunu tehdit eder, içgüdüler oyuna yönelik başlıca tehdittir.
Oyun oynama tatmin edicidir. Haz verici unsur içgüdüsel uyarımın aşırı olmadığı imasını taşır.
Oyun doğası gereği heyecan verici ve iktidarsız bir şeydir. Bu iç güdülerden dolayı değil, içsel algılananla nesnel algılanan arasında gerçekleşen etkileşimle ilgili iktidarsızlıktır ve oyunun mış… gibi özelliği buradan gelir.
Oyun oynayabilme bir kapasitedir, oyun oynamamaya göre bir üst durumdur, oyunla gerçekliği ayırma bunun da üstünde bir durumdur. Psikoterpi ve pasikanaliz oyun oynamanın insanın kendisiyle ve başkalarıyla iletişim kurmasına hizmet eden oyunun çok özel bir durumu olarak gelişmiştir,
BU KISMI ÖZETLERSEK;
Winnictt’a göre kendilik duygusu kucaklayıcı çevre içinde olgunlaşır.
Anne hem nesne annedir; içgüdüsel ekonominin nihai hedefidir, içgüdü oku hep o nihai hedefi vurmayı amaçlar. Cinsellik ve saldırganlık içgüdülerinin adresi olan annedir, gerilimi azaltacak doyum onda saklıdır.
Anne hem de çevre annedir; çocuğun gelişim sürecinde ona güvenli ortamı yaratandır, onun gelişim serüvenini kolaylaştırandır, olgunlaşmasını destekleyendir.
Güvenli bağlanmayı bu iki güdülenmenin dengede olduğu bir durumun sonucu olarak varsayabiliriz.
Sevgi kavramı, çevre annenin
Aşk ve şehvet, nesne annenin tekelindedir. İçgüdüler nesneye âşık eder.
Çevre anne kucaklayıcıdır ama sınır tanımaz yakınlıkta değildir, çocuğun var oluşunun kıyısında durur ve çocukla potimum dansını yapar. Bu dans daha önce söylediğimiz gibi onu yalnız hissettirmeyecek içselleştirmedir. Aynı zamanda ona tecavüz etmeyecek, onun yanında yalnızlığını yaşamasına izin verecektir. Çevre annenin onda yarattığı güven ve güzellik onun dış dünya ilişkisindeki yaratıcılık esneklik ve mizah ve uyumun kaynağıdır.
Bu aynı zamanda ilişkiye girilen öteki eş de olabilir,
Eş, nesne eş olduğunda orada şiddet ve tutkunun fazlalığından
Çevre eş olduğunda iktidarsızlıktan söz edebiliriz.
Optimal bir ilişki nesne ve çevrenin özelliklerinin iki kutupta olduğu sinerjide yatar. Bu yolculuk geçiş alanında gerçekleşir, sadece onu kuran ve oynayan oyuncuların bildikleri düşlemleri ve ikilemleri barındırır. Bu bir boks maçı gibidir, ringte sertlik vardır ama soyunma odasında ağrıyan yerlere masaj yapılır.
Benceris aşk söyleminden parçalar;
Sana arzunun nerede olduğunu göstermek için azıcık yasaklamam yeter... ödipal yasak
Orada yanında olmamı ama kendimi azıcık serbest bırakmamı ister
Esnek bazı bazı uzaklaşarak ama yakında kalarak
Bir yandan yasak olarak yanında bulunmam, kendini rahatsız etme tehlikesi gösterdiğim anda uzaklaşmam gerek…
Tıpkı kendisi dikiş dikerken çocuğu çevresinde oynayan yeterince iyi anne gibi…
Azıcık yasak,
Çok çok oyun,
Size yolu gösteren ama eşlik etmekte ısrar etmeyen kibar bir yerli gibi…
SALDIRGANLIK VE DUYGUSAL GELİŞİMLE İLİŞKİSİ
Saldırganlık psikolojisini inceleyen öğrenci şu nedenle ciddi zorluklarla karşı karşıyadır. Bütünsel psikolojide çalmak ve çalınmak, cinayet ve intihar, güçsüz olmak ve güçlünün güçsüze saldırması aynı derecede saldırgandır.
Kişiliğin bütünleşmesinden önce saldırganlık vardır ve başlangıçta saldırganlık neredeyse etkinlikle aynı anlama gelir, kısmi işlev ile ilişkilidir. Bebeğin diş etleriyle memeyi ısırmasından acıtmak amacı güttüğünü çıkaramayız… Çocuk bir kişi haline geldikçe bu kısmi işlevler onun tarafından saldırganlık biçiminde düzenlenir.
Oral erotizm saldırgan bileşenleri kendinde toplar ve sağlıkta fiili saldırganlıkların yani kişinin niyetli olarak ortaya koyduğu saldırganlıkların büyük kısmının temeli oral aşka dayanır.
Çeşitli evrelerde saldırganlık;
İlk evre… Bütünleşme öncesi
Kaygı gütmeyen amaç
Ara evre… Bütünleşme
Kaygı güden amaç
Suçluluk
Bütünsel kişilik evresi… Kişiler arası ilişkiler
Üçgen ilişki durumları vb
Çatışma – bilinçli ve bilinçdışı
Kaygı öncesi evre;
Çocuk henüz bu aşamada uyarılma esnasında tahrip ettiği şey ile uyarılmalar arasındaki sakinleşme zamanlarında değer verdiğinin aynı şey olduğunu idrak edemez. Bu duygusal gelişim evresi de saldırganlık kaybedilirse sevme yetisi yani nesnelerle ilişki kurma yetisi de bir ölçüde kaybedilir.
Kaygı evresi;
Kişiliğin benlik bütünlüğü anne figürünün kişiselliğini idrak edecek kadar gelişmiştir ve bunun son derece önemli bir sonucu olarak dürtüsel deneyimin sonuçları ile ilgili kaygısı vardır. Kaygı evresi beraberinde suçluluk duymayı getirir. Bundan böyle saldırganlığın bir kısmı klinik olarak keder veya suçluluk duygusuyla ya da sözgelimi kusma gibi fiziksel bir muadili ile kendini gösterir.
Sağlıklı durumda bebek bu suçluluğu taşıyabilir ve böylece zaman faktörünü de içine alan kişisel ve canlı bir annenin yardımıyla kendini verme, inşa etme ve onarma dürtüsünü keşfetmesi mümkün olur ve bu yolla saldırganlığın büyük kısmı toplumsal işlevlere dönüşüp kendini bu şekilde gösterir.
Çaresizlik anlarında sözgelimi bir hediyeyi kabul edecek ya da onarma çabalarına tanıklık edecek biri bulunmadığında dönüşüm sekteye uğrar ve saldırganlık tekrar boy gösterir.
ÖFKE;
Şimdi sıra yoksunluğun yol açtığı öfkeye geldi. Her deneyimde bir dereceye kadar kaçınılmaz olan yoksunluk bir dikotomiye yol açar.
1)Yoksunluk hissi veren nesnelere karşı masum saldırgan dürtüler
2)İyi nesnelere karşı suçluluk üreten saldırgan dürtüler
Yoksunluk suçluluktan kaçış sağlar ve bir savunma mekanizması doğurur. Sevgi ve nefretin ayrı yollara yönelmesi… Nesnelerin iyi ve kötü olarak bölünmesi gerçekleşirse suçluluk duygusu yatışır, buna karşı sevgi değerli saldırganlık bileşeninden bir miktarını kaybeder, nefret ise daha bozguncu bir niteliğe bürünür.
SALDIRGANLIĞIN ÇOK ERKEN KÖKENLERİ
Saldırganlık sonuç olarak yoksunluğun yarattığı öfkeden mi kaynaklanır yoksa kendine ait bir kökeni var mıdır?
Uygulamada id’in tam doyumu diye bir şey olmayacağına göre ilkel aşk dürtüsünde her zaman için tepkisel bir saldırganlığın olabileceğini söyleyebiliriz. O zaman ince bir araştırmaya gerek var mıdır? Vardır, çünkü özellikle ilkel aşk dürtüsünün benlik büyümesinin daha yeni başladığı bir evrede yürürlükte olduğu düşünülürse sorumluluk alma yetisinin henüz gelişmediği sırada etkin ilkel bir aşk vardır. Bu çağda insafsızlık yoktur, yıkıcılık id dürtüsünün bir parçasına bağlı ise de ancak idin doyumuna bağlı olarak çıkar. Yıkıcılık ancak öfkenin ve dolayısıyla da misilleme korkusunun var olabilmesi için yeterli benlik bütünleşmesi ve benlik örgütlenmesi gerçekleştiği taktirde benlik sorumluluğu haline gelir.
Nefret daha karmaşıktır ve ilk evrelerde var olduğu söylenemez, dolayısıyla saldırganlığı tepkisel saldırganlıktan tamamen ayrı incelememiz gerekir. Tepkisel saldırganlık, id dürtüsü gerçeklik ilkesi yüzünden amacına ulaşamadığı zaman dürtünün kaçınılmaz sonu olarak ortaya çıkar.
Bu varsayımdan yola çıkarak ilkel aşk dürtüsündeki yıkıcı öğenin kökenini irdelemek mümkündür. Amacımız ilk deneyimlerindeki tesadüfen yıkıcı olan saldırganlık öğesinin tarihsel kökenini incelemektir. Elimizde en azından hareket yetisi var. Rahim içi döneme uzanan bütün bebeklik boyunca süregelen hareket yetisi id deneyiminin kendisinde var olan etkinlikle bağlanabilir mi? Bu etkinlik id öğesi olarak mı sınıflandırılmalı yoksa benlik öğesi mi? Yoksa benlik ile idin farklılaşmadığı bir evre olduğunu kabul edip hareket yetisini benlik id farklılaşmadan önce görülmesi temelinde sınıflandırmaya çalışmaktan vazgeçmek mi gerekir?
Her bebeğin kendine ait id deneyimi örüntüsünde, id deneyiminin yüzde x kadarını ilkel hareket yetisi oluşturur. Dolayısıyla 100-x başka şekillerde kullanılmak üzere ayrılır. Çeşitli bireylerin saldırganlık ile ilgili deneyimleri arasında büyük farklılıklar olmasının nedenlerinden biri budur.
Dr. Işılay Altıntaş
W.Çocuk hastalıkları uzmanıdır. Uzun yıllar boyunca Londra’da Paddington Gren hastanesinde çalışmıştır. İngiliz Psikanalitik Birliğinin başkanlığını yapmıştır. Psikanaliz birliğinde Anna Freud’un ve Melani Klein’ın grubundan bağımsız ayrı bir kliniğin başıdır. Stachey ve Riviere’in analizinden geçmiştir. Melanie Klein tarafından süpervise edilmiştir. Winnicot un kuramsal üretimi Klein ve Anna Freud arasındaki dinamikten etkilenmiştir. Winnicott psikanalitik bilgiyi topluma yaymak için çok çaba sarf etmiştir. Radyo konuşmaları çok ilgi görmüştür.
Anna Freud çocuk terapisinin ilk aşamasında çocukta olumlu aktarım geliştirme adına bazı tekniklerin uygulanmasını savunuyordu. Klein ise bu teknikleri çocuğun doğal saldırganlığının üstünü örtme çabası olarak görüyordu ve çok hatalı buluyordu.
Klein oyun terapisi ile çocuğun fantezi yaşantılarının ve id ego ve süper ego yapılarının ortaya çıkarılabileceğini savunuyordu. Oysa Anna Freud çocuğun ödipal dönem öncesi serbest çağrışıma uygun olmadığı egonun yeterince teşekkül etmediği, erotik ve saldırgan itkilerin kontrol edebilecek bir süper ego gelişmediğini öne sürüyordu.
Klein, Anna Freud’un analist çocuk için hem bir eğitimci hem de taklit edilebilecek nesne olmalıdır görüşüne şiddetle karşı çıkıyordu. Klein’a göre Anna Freud’un tekniği kaba bir yönlendiricilik içeriyordu. Oysa kendi tekniği hem en derin duygulara inebilen, bir şeyler empoze etmeyen, olgunun gerçek doğasında anlaşılmasını olası kılan karakterdeydi.
Winnicott bu tartışmanın ortasında değişik etkiler altındaydı. İkinci analisti olan Riviere koyu bir Klein taraftarıydı. Winnicott aynı zamanda Anna Freud ile hemfikir olarak gerçek dünyanın içsel fanteziler kadar önemli olduğunu, itki kontrolünün gerçek anne babanın terapilere katılımı ile kuvvetlendirilmesi gerektiğini savunuyordu.
1935 -39 yılları arasında Winnicott, Melani Klein’ın oğlu Eric’i analiz etti, Melani Klein Winnicotun karısını analize almıştı ve Winnicott’a süpervizörlük ediyordu.1939 da British Medikal Journal da Bolwlby ve Miller ile yazdığı ismini duyurdu. Bu yazı ve onu izleyen çalışmalarında erken dönem 2–4 yaş arası anneden ayrılan çocukların, annelerin depresyonunun ve çeşitli mahrumiyetlerinin çocukta nasıl duygusal sorunlara ve anti sosyal davranışlara yol açabileceğini inceledi.
GEÇİŞ NESNELERİ VE GEÇİŞ FENOMENLERİ
Winnicott’a göre çocuk başlangıçta bütünleşmemiş zamanda ve mekânda değişik ve dağınık deneyimler yaşar, bu deneyimler kendilik çekirdeklerini oluştururlar. Kendiliğin bütünleşmesi ve gelişmesi anne ile ilişki içinde annenin sağladığı kucaklayıcı çevre sayesinde oluşur. Annenin çocukla ilgili bütünleşmiş tasarımları çocuğun giderek kendi bütünlüğünü kavramasını sağlar.
Annenin çocuğun ihtiyaçlarına eş duyumlu yanıtlar vermesi çocuğun tutarlı bir kendilik duygusu geliştirmesinde ve iç dünyasının olgunlaşmasında çok önemli bir “ana” yol açar, buna yanılsama “anı” diyoruz. Çocuk eş duyumlu olarak her türlü ihtiyacı karşılandığında kendini, her türlü tatminin kaynağı olarak yaşar. Bu tam bir tüm güçlülük deneyimidir. Bu durum kendiliğin sağlıklı gelişmesi açısından büyük önem taşır. Gelecekteki yaşamda dış dünyanın güçlükleri karşısında yıkılmayan bir kendine güven duygusu böyle bir çocuksu tüm güçlülük deneyimine dayanır. Bu ise çocuğun yanılsamasını sanki her şeyi kendi yaratıyormuş hissini veren annenin eş duyumlu yanıtlarına bağlanmıştır.
Bir başka nokta çocuğun yalnız olabilme kapasitesinin gelişimidir. Anne sadece çocuğun ihtiyaçlarını eş duyumlu olarak karşılamakta kalmamalı yalnızlık deneyimlerini yersiz uyaranlarla bölmemeli gereksiz uyarıcılık sunmamalıdır.
Çocuğun yanılsama anı ve tüm güçlülük duyguları güvenli bir şekilde yerleştikten sonra dereceli bir şekilde yanılsamanın kırılması gerekmektedir. Bu çocuğun tüm güçlülük deneyiminden gerçeklik ilkesine geçiş anlamına gelecektir. İhtiyaçlarıyla her şeyi yaratan o değildir, bir dış dünya ve onun gereklilikleri vardır. Bu geçiş, annenin kaçınılmaz ve döneme uygun yetersizlikleri sayesinde olur. Bu aynı zamanda anneden ayrılma dolayısıyla bireyselleşme anlamına da gelir.
Çocuğun tüm güçlülük yanılsamasının annenin yanıtlarıyla sert biçimde engellenmesi, ya da erken engellenmesi ciddi psikopatolojik neticeler doğurur. Bu durumdaki çocuk giderek sahte kendilik geliştirecektir. Kendiliğinden ihtiyaç ve taleplerinden vazgeçecek hızla annenin ve başkalarının taleplerine göre kendini oluşturmaya çalışacaktır, bu durumda hakiki kendilik gelişmemiş bir nüve olarak sahte kendilik tarafından kuşatılacaktır.
Hakiki kendilik kendiliğinden ihtiyaçların, sahte kendilik ise çevrenin sağlamadığı olumlu ortamı sürekli olarak oluşturma aktivitesidir.
Winnicott’un geçiş olgusu adını verdiği durum bu çerçevede değerlendirilir. Annesinin verdiği tüm güçlü kontrolün yarattığı yanılsamadan çıkmakta olan çocuk gerçekliğe dönmeden önce annesinin daha doğrusu annesi üzerindeki tüm güçlü kontrolü ikame ettirdiği yeni bir nesne aramaktadır. Bu nesne kimi zaman bir oyuncak ya da ev eşyası vs gibi şeylerdir. Çocuk bir süre bu nesneyi kendi denetimine alır, bu nesne ile ilgili tüm tasarrufu elinde tutmak ister. Geçiş nesnesi çocuk tarafından ne tüm güçlü bir kontrole sahiptir ne de tümüyle egemen olamadığı dış dünyaya aittir. Yani sonuçta geçiş olguları bir ara aşamadır. Tek benci içsellik ve nesnel gerçeklik arasındaki çatışmadır. Yani insan sürekli, kendi ihtiyaçları çerçevesinde dış dünyayı egemenliği altına almaya çalışırken dış gerçekliği hesaba katmaya zorlanır.
Geçiş olguları içsel olanla dışsal olan, tüm güçlülük ile gerçeklik, mutlak yaratıcılık ve zorunluluk arasındaki parodoksal bir durumdur.
Daha sonra değinileceği gibi bir insanın yaratıcı kapasitesi çocuğun oyun gücü ile örtüşür. Oyun ne tamamen içsel ne de büsbütün dış gerçekliğe aittir.
Geçiş nesnelerinde kullanılan nesnenin ne olduğundan daha çok onu kullanım tarzı önemlidir. Bunun kabul edilmesi, tahammül edilmesi ve saygı duyulması önemlidir. Bu durumu çözmek mümkünse de bedeli değer kaybetmesidir.
İnsan hayatında huzurlu savaş halinde zengin ya da yoksul bir iç gerçeklik vardır. Ancak hem iç gerçekliğin hem de dış dünyanın katkıda bulunduğu bir ara deneyimleme bölgesi vardır. Bu bebeğin gerçekliği tanıyıp kabul etmesi konusundaki yeteneksizliği ile giderek artan yeteneği arasındaki ara durumdur. Erişkinde ise dış ve iç gerçekliği ayıran ama bağlantı kuran insanı meşgul eden bir işle uğraşan birey için dinlenme yeridir sanat gibi
Bebekte başparmak emme gibi kendine yönelik erotik bir faaliyeti karmaşıklaştıran şu durumlar vardır; bebek öteki eliyle dışsal bir nesneyi çarşaf ya da battaniyeyi parmaklarıyla birlikte ağzına sokar. Bez parçası bir biçimde tutulup emilir. Bu nesneler etrafta neyin kolayca bulunabildiği ve neyin güven verdiğine göre değişir. Yolup biriktirilen yün topakları ile kendini okşama ya da mırıldanmalar, agucuklar, anal sesler, ilk konuşma alıştırmaları olabilir. Düşünme ve fantezi kurmanın bu işlevsel deneyimlerle bağlantılı olduğu varsayılabilir. Winnicott tüm bunlara geçiş olguları der.
Bütün bunlar bebeğin tam uykuya geçerken kullanmadan edemediği ve endişeye, özellikle depresif türden bir endişeye karşı savunma niteliği taşır. Bu bir battaniye olabildiği gibi sözcük, ezgi, özel bir davranış ya da konuşma tarzı olabilir. Bu nesne önemli olmayı sürdürür. Anne ve baba da bu nesnenin bebek için taşıdığı değeri fark edip bir yere giderken yanlarında götürürler. Anne nesnenin kirlenmesine ve kokmasına aldırmaz, çünkü yıkanırsa bebeğin deneyiminin sürekliliğinde kopuşa yol açacağını ve bu kopuşun, nesnenin bebek için taşıdığı anlam ve değeri ortadan kaldıracağını bilir.
Geçiş olguları 4–6, 8 ve 12 aylar arasında görülmeye başlanır. Bebeklikte yerleşen kalıplar çocuklukta da sürebilir, başlangıçtaki yumuşak nesne bebek uykuya dalarken ya da yalnız kaldığında ya da sıkıntıyla baş etmesi gereken durumlarda gerekli olmayı sürdürebilir. Normalde ilgi alanı genişler ve kendiliğinden bırakılır. İlk yıllarda belli bir nesneye ve davranış kalıbına duyulan bu ihtiyaç sonraki yaşlarda çocuk yoksunluk tehdidi ile karşılaştığında yeniden ortaya çıkabilir.
Geçiş nesnesinin, yani ilk ben olmayan şeyin kullanımı açısından oğlanlar ve kızlar arasında fark yoktur. Nesne kızlarda daha yumuşak erkeklerde daha sert cisimler olabilir.
Bazen annenin kendisi dışında hiçbir geçiş nesnesi olmayabilir ya da bebek duygusal gelişimi sırasında o kadar örselenmiştir ki geçiş durumu yaşamaz ya da kullanılan nesnenin sürekliliği bozulur.
Özet olarak; bebek nesne üzerinde belli haklar talep eder, biz de bu talebi kabul ederiz, yine de başından beri olan tüm güçlülük bir kenara bırakılmıştır.
Nesne şefkatle kucaklanır, coşkuyla sevilir ya da kızılır.
Nesne bebek tarafından değiştirilmedikçe asla değiştirilmemelidir.
Nesne içgüdüsel sevgiye olduğu kadar nefrete de tahammül edebilmelidir.
Bebeğe, nesne kendisine ait sıcaklık yayıyormuş, hareket ediyormuş gibi bir canlılığa, gerçekliğe sahip olduğunu gösteren bir şey yapıyormuş gibi görünür.
Bize göre dışarıdan gelir, bebeğe göre içeriden gelir, ama varsanı da değildir.
Nesnenin kaderi, kendine yapılan yatırımın yavaş yavaş geri çekilmesidir, unutulmaz, ardından yas tutulmaz, sadece anlamını kaybeder. Bunun nedeni geçiş olgusunun dağılması, iç ruhsal gerçeklik ile iki kişi tarafından ortak algılanan dış dünya arasındaki ara bölgeye yani kültürel alana yayılmasıdır.
GEÇİŞ NESNESİNİN SİMGECİLİKLE İLŞKİSİ
Geçiş nesnesinin meme gibi kısmi bir nesneyi simgelediği doğrudur, ancak burada önemli olan nesnenin simgesel değerinden çok fiili varlığıdır. Gerçek olmasına rağmen anne ya da meme olmaması memenin yerine geçmesi kadar önemlidir.
Simgecilik aşamasında bebek fantezi ile gerçeği, iç ve dış nesneleri, içsel yaratıcılık ile algıyı zaten net bir şekilde ayırır. Ama geçiş nesnesi terimi farklılık ve benzerliği kabul edecek hale gelme sürecine yol açar. Geçiş nesnesine ait bilgi almak çocuğun erken yaştaki özelliklerin hatırlanmasında ve diğer çocuklarla karşılaştırılmasına imkân sağlar. Bu bilgi çoğunlukla çocuğun kendisinden de alınabilir, çocuk bunu anlatırken sanki gerçeklik duygusundan yoksunmuş gibi konuşması dikkat çekicidir.
İÇSEL NESNE İLE İLİŞKİ
Geçiş nesnesinin bir içsel nesne değil ama bebek için dışsal bir nesne de olmadığı söylenmişti. Bebek, içsel nesne canlı, gerçek ve yeterince iyi olduğunda bir geçiş nesnesi elde edebilir. Ama bu içsel nesnenin niteliği dışsal nesnenin yani annenin varlığına canlılığına ve davranışlarına bağlıdır. Dışsal nesnenin yani annenin yetersizliği sürdüğünde içsel nesne bebek için anlamını yitirir. İşte o zaman geçiş nesnesi anlamsızlaşır. Yani geçiş nesnesi dışsal memenin yani annenin yerine geçebilir ama bunu dolaylı olarak içsel memenin yerine geçerek yapar.
Ortada yeterince iyi anne olmadığı müddetçe haz ilkesinden gerçeklik ilkesine geçmesi ya da birincil örselenmeyi gerçekleştirip onu aşması mümkün olmaz. Çocuk bakımı zekâya ya da düşünsel aydınlanmaya değil kendini adamışlığa bağlıdır.
Yeterince iyi anne başlangıçta neredeyse yüzde yüz uyum göstererek bebekte kendi memesinin onun bir parçası yanılsamasının doğmasına fırsat bırakır. Meme adeta çocuğun büyülü denetimi altındadır, aynı zamanda anne çocuğun sakin zamanlarına da fırsat bırakır, tecavüz etmez, annenin nihai görevi çocuğu bu yanılsamadan yavaş yavaş kurtarmaktır. Ama başlangıçta fırsat vermezse bunu başaramaz.
Zamanla bebeğin annenin yetersizlikleri ile başa çıkma yeteneği artmasıyla birlikte daha az uyum gösterir.
Bebek tekrar yoluyla hayal kırıklığının bir sınırı olduğunu anlar. Ama süre başlangıçta kısa olmalıdır. Süreç duygusu gelişmesi, zihinsel faaliyetler başlaması, hatırlama, yeniden yaşama, fantezi kurma, düşleme geçmiş, bugün ve geleceği bütün olarak algılama ile bu durumla başa çıkar…
Anneden ayrılığın olduğu durumlarda bebekte hemen bir değişim olmaz. Çünkü bebeğin annesine ait bir anısı, zihinsel bir imgesi, içsel bir temsili vardır ve belli süre varlığını sürdürür. Eğer bu kişi saatler –günlerle ölçülen belli süreden fazla uzakta kalırsa o zaman anısı ve içsel temsili solup gider. Bu arada geçiş olguları yavaş yavaş anlamsızlaşır ve bebek onları yaşayamayacak hale gelir. Yatırımın nesneden yavaş yavaş çekildiğini izleyebiliriz. Bazen kayıptan hemen önce geçiş nesnesinin abartılı olarak kullanıldığını görebiliriz. Bu nesnenin anlamsızlaşması yönünde tehdit olduğunda inkâr edilmesidir.
Parodoksun çözümü yetişkinlikte gerçek ya da sahte kendilik örgütlenmesi olarak görünebilecek savunma örgütlenmesine yol açar.
Gerçekliği kabul etme işi hiçbir zaman tamamlanamaz. Hiçbir insan iç ve dış gerçekliği birbiriyle ilişkilendirme geriliminden kurtulmuş değildir. Bu imkânı sağlayan sorgulanmayan bir ara deneyim bölgesidir, bu da sanat din ya da kendini oyun oynarken kaybeden çocuğun alanıyla doğrudan bağlantılıdır.
OYUN…
Winnict’a göre oyun tıpkı geçiş nesnesi gibi ne tam bir içsel gerçeklik ne de dışsal gerçeklik ile ilgili bir meseledir. Oyun ne içeride ne dışarıdadır… Bebek geçiş nesnesini kullandığında yani ilk ben olmayan şeyi kullandığında çocuğun ilk kez simge kullanımına hem de ilk oyun deneyimine tanıklık ederiz.
Nesne kullanımı artık ayrılmış olan iki şeyin bebek ve annenin ayrı olma durumlarının zaman ve mekandaki başlangıç noktasındaki birliğidir.
Winnicot’un oyun kuramında
1)Bebek ve anne iç içe geçmişlerdir…
Omnipotans
2)Nesne reddedilir, yeniden kabul edilir ve nesnel olarak algılanır.
3)Nesne bu kısmi ayrılığın altından hakkıyla kalkabildiğinde ruhsal güçlerin tüm güçlülüğü ile gerçek olan üzerindeki denetimi arasında birlikteliğe dayanan deneyimler yaşar.
Anneye duyulan güven bir ara oyun alanı yatır. Bebek tüm güçlülüğü belli ölçüde yaşadığı için büyü fikri buradan çıkar. Oyun alanı anne ile bebek arasında yer alan anne ve bebeği birleştiren potansiyel bir alandır.
Oyunun esası her zaman kişisel ruhsal gerçeklik ile gerçek nesnelerin denetlenmesi deneyimi arasındaki etkileşimin iktidarsızlığıdır.
Sonraki aşamada çocuk güvenilir kişiye ulaşabileceğini ara ara unutsa bile hatırladığı zamanlarda ona yine ulaşabileceği varsayımıyla oynar.
Daha sonra her iki oyun alanının örtüşmesine izin verir ve bu örtüşmeden hoşlanma aşamasına gelir. Bebek ilk anne ile oynar. Bebeklerin oyuna kendilerine ait olmayan fikirlerin sokulmasından hoşlanma ya da hoşlanmama kapasiteleri vardır.
Öğretmen çocuğu zenginleştirmeyi amaçlar, terapist ise daha çok çocuğun kendi büyüme süreçleriyle ve gelişmenin önünü tıkadıkları anlaşılan engellerin ortadan kaldırılmasıyla ilgilenir. Oyunun kendisinin bir psikoterapi olduğu unutulmamalıdır. Çocuğun oyun oynayabilecek hale gelmesinin kendisi evrensel bir psikoterapidir, pozitif toplumsal tavır takınmak toplumsal olarak buna dâhildir. Toplum oyun oynamanın her zaman korkutucu olma ihtimalini de hesaba katmış ve kurallı oyunlar örgütlemiştir.
Oyunda en önemli an çocuğun kendi kendini şaşırttığı andır. Psikoterpiyi de iki kişi arasında oynanan bir oyun olarak düşünebiliriz. Yani önemli olan zekice yapılmış olan bir yorum anı değildir. Malzeme olgunlaşmadan yapılan yorum direnç olarak geri döner ya da boyun eğmeye yol açar ya da hasta oyun oynama kapasitesine sahip değilse yorum işe yaramaz ve kafa karıştırır, psikoterapi yapılacaksa oyun kendiliğinden gelişmelidir.
Özetlersek,
Oyun ne içeride ne dışarıdadır. Çocuk oyun alanına, dış gerçeklikten nesneler ya da olgular taşır ve bunları kendi içsel ya da kişisel gerçeklikten gelen bir örneğe hizmet edecek şekilde kullanır, somut dünya soyut özelliklere bürünür ve çocuğun kişisel tarihinin parçası haline gelir.
Geçiş olgularından oynamaya, oynamadan başkalarıyla oynamaya, buradan da kültürel deneyime giden dolaysız bir gelişim söz konusudur.
Oyun bedenle ilgilidir, oyunda nesneler kullanılır, bazı yoğun ilgi türleri bedensel uyarımın belli yönleriyle bağlantılıdır.
Erojen bölgelerdeki bedensel uyarım oyunu tehdit eder, dolayısıyla çocuğu bir kişi olarak var olma duygusunu tehdit eder, içgüdüler oyuna yönelik başlıca tehdittir.
Oyun oynama tatmin edicidir. Haz verici unsur içgüdüsel uyarımın aşırı olmadığı imasını taşır.
Oyun doğası gereği heyecan verici ve iktidarsız bir şeydir. Bu iç güdülerden dolayı değil, içsel algılananla nesnel algılanan arasında gerçekleşen etkileşimle ilgili iktidarsızlıktır ve oyunun mış… gibi özelliği buradan gelir.
Oyun oynayabilme bir kapasitedir, oyun oynamamaya göre bir üst durumdur, oyunla gerçekliği ayırma bunun da üstünde bir durumdur. Psikoterpi ve pasikanaliz oyun oynamanın insanın kendisiyle ve başkalarıyla iletişim kurmasına hizmet eden oyunun çok özel bir durumu olarak gelişmiştir,
BU KISMI ÖZETLERSEK;
Winnictt’a göre kendilik duygusu kucaklayıcı çevre içinde olgunlaşır.
Anne hem nesne annedir; içgüdüsel ekonominin nihai hedefidir, içgüdü oku hep o nihai hedefi vurmayı amaçlar. Cinsellik ve saldırganlık içgüdülerinin adresi olan annedir, gerilimi azaltacak doyum onda saklıdır.
Anne hem de çevre annedir; çocuğun gelişim sürecinde ona güvenli ortamı yaratandır, onun gelişim serüvenini kolaylaştırandır, olgunlaşmasını destekleyendir.
Güvenli bağlanmayı bu iki güdülenmenin dengede olduğu bir durumun sonucu olarak varsayabiliriz.
Sevgi kavramı, çevre annenin
Aşk ve şehvet, nesne annenin tekelindedir. İçgüdüler nesneye âşık eder.
Çevre anne kucaklayıcıdır ama sınır tanımaz yakınlıkta değildir, çocuğun var oluşunun kıyısında durur ve çocukla potimum dansını yapar. Bu dans daha önce söylediğimiz gibi onu yalnız hissettirmeyecek içselleştirmedir. Aynı zamanda ona tecavüz etmeyecek, onun yanında yalnızlığını yaşamasına izin verecektir. Çevre annenin onda yarattığı güven ve güzellik onun dış dünya ilişkisindeki yaratıcılık esneklik ve mizah ve uyumun kaynağıdır.
Bu aynı zamanda ilişkiye girilen öteki eş de olabilir,
Eş, nesne eş olduğunda orada şiddet ve tutkunun fazlalığından
Çevre eş olduğunda iktidarsızlıktan söz edebiliriz.
Optimal bir ilişki nesne ve çevrenin özelliklerinin iki kutupta olduğu sinerjide yatar. Bu yolculuk geçiş alanında gerçekleşir, sadece onu kuran ve oynayan oyuncuların bildikleri düşlemleri ve ikilemleri barındırır. Bu bir boks maçı gibidir, ringte sertlik vardır ama soyunma odasında ağrıyan yerlere masaj yapılır.
Benceris aşk söyleminden parçalar;
Sana arzunun nerede olduğunu göstermek için azıcık yasaklamam yeter... ödipal yasak
Orada yanında olmamı ama kendimi azıcık serbest bırakmamı ister
Esnek bazı bazı uzaklaşarak ama yakında kalarak
Bir yandan yasak olarak yanında bulunmam, kendini rahatsız etme tehlikesi gösterdiğim anda uzaklaşmam gerek…
Tıpkı kendisi dikiş dikerken çocuğu çevresinde oynayan yeterince iyi anne gibi…
Azıcık yasak,
Çok çok oyun,
Size yolu gösteren ama eşlik etmekte ısrar etmeyen kibar bir yerli gibi…
SALDIRGANLIK VE DUYGUSAL GELİŞİMLE İLİŞKİSİ
Saldırganlık psikolojisini inceleyen öğrenci şu nedenle ciddi zorluklarla karşı karşıyadır. Bütünsel psikolojide çalmak ve çalınmak, cinayet ve intihar, güçsüz olmak ve güçlünün güçsüze saldırması aynı derecede saldırgandır.
Kişiliğin bütünleşmesinden önce saldırganlık vardır ve başlangıçta saldırganlık neredeyse etkinlikle aynı anlama gelir, kısmi işlev ile ilişkilidir. Bebeğin diş etleriyle memeyi ısırmasından acıtmak amacı güttüğünü çıkaramayız… Çocuk bir kişi haline geldikçe bu kısmi işlevler onun tarafından saldırganlık biçiminde düzenlenir.
Oral erotizm saldırgan bileşenleri kendinde toplar ve sağlıkta fiili saldırganlıkların yani kişinin niyetli olarak ortaya koyduğu saldırganlıkların büyük kısmının temeli oral aşka dayanır.
Çeşitli evrelerde saldırganlık;
İlk evre… Bütünleşme öncesi
Kaygı gütmeyen amaç
Ara evre… Bütünleşme
Kaygı güden amaç
Suçluluk
Bütünsel kişilik evresi… Kişiler arası ilişkiler
Üçgen ilişki durumları vb
Çatışma – bilinçli ve bilinçdışı
Kaygı öncesi evre;
Çocuk henüz bu aşamada uyarılma esnasında tahrip ettiği şey ile uyarılmalar arasındaki sakinleşme zamanlarında değer verdiğinin aynı şey olduğunu idrak edemez. Bu duygusal gelişim evresi de saldırganlık kaybedilirse sevme yetisi yani nesnelerle ilişki kurma yetisi de bir ölçüde kaybedilir.
Kaygı evresi;
Kişiliğin benlik bütünlüğü anne figürünün kişiselliğini idrak edecek kadar gelişmiştir ve bunun son derece önemli bir sonucu olarak dürtüsel deneyimin sonuçları ile ilgili kaygısı vardır. Kaygı evresi beraberinde suçluluk duymayı getirir. Bundan böyle saldırganlığın bir kısmı klinik olarak keder veya suçluluk duygusuyla ya da sözgelimi kusma gibi fiziksel bir muadili ile kendini gösterir.
Sağlıklı durumda bebek bu suçluluğu taşıyabilir ve böylece zaman faktörünü de içine alan kişisel ve canlı bir annenin yardımıyla kendini verme, inşa etme ve onarma dürtüsünü keşfetmesi mümkün olur ve bu yolla saldırganlığın büyük kısmı toplumsal işlevlere dönüşüp kendini bu şekilde gösterir.
Çaresizlik anlarında sözgelimi bir hediyeyi kabul edecek ya da onarma çabalarına tanıklık edecek biri bulunmadığında dönüşüm sekteye uğrar ve saldırganlık tekrar boy gösterir.
ÖFKE;
Şimdi sıra yoksunluğun yol açtığı öfkeye geldi. Her deneyimde bir dereceye kadar kaçınılmaz olan yoksunluk bir dikotomiye yol açar.
1)Yoksunluk hissi veren nesnelere karşı masum saldırgan dürtüler
2)İyi nesnelere karşı suçluluk üreten saldırgan dürtüler
Yoksunluk suçluluktan kaçış sağlar ve bir savunma mekanizması doğurur. Sevgi ve nefretin ayrı yollara yönelmesi… Nesnelerin iyi ve kötü olarak bölünmesi gerçekleşirse suçluluk duygusu yatışır, buna karşı sevgi değerli saldırganlık bileşeninden bir miktarını kaybeder, nefret ise daha bozguncu bir niteliğe bürünür.
SALDIRGANLIĞIN ÇOK ERKEN KÖKENLERİ
Saldırganlık sonuç olarak yoksunluğun yarattığı öfkeden mi kaynaklanır yoksa kendine ait bir kökeni var mıdır?
Uygulamada id’in tam doyumu diye bir şey olmayacağına göre ilkel aşk dürtüsünde her zaman için tepkisel bir saldırganlığın olabileceğini söyleyebiliriz. O zaman ince bir araştırmaya gerek var mıdır? Vardır, çünkü özellikle ilkel aşk dürtüsünün benlik büyümesinin daha yeni başladığı bir evrede yürürlükte olduğu düşünülürse sorumluluk alma yetisinin henüz gelişmediği sırada etkin ilkel bir aşk vardır. Bu çağda insafsızlık yoktur, yıkıcılık id dürtüsünün bir parçasına bağlı ise de ancak idin doyumuna bağlı olarak çıkar. Yıkıcılık ancak öfkenin ve dolayısıyla da misilleme korkusunun var olabilmesi için yeterli benlik bütünleşmesi ve benlik örgütlenmesi gerçekleştiği taktirde benlik sorumluluğu haline gelir.
Nefret daha karmaşıktır ve ilk evrelerde var olduğu söylenemez, dolayısıyla saldırganlığı tepkisel saldırganlıktan tamamen ayrı incelememiz gerekir. Tepkisel saldırganlık, id dürtüsü gerçeklik ilkesi yüzünden amacına ulaşamadığı zaman dürtünün kaçınılmaz sonu olarak ortaya çıkar.
Bu varsayımdan yola çıkarak ilkel aşk dürtüsündeki yıkıcı öğenin kökenini irdelemek mümkündür. Amacımız ilk deneyimlerindeki tesadüfen yıkıcı olan saldırganlık öğesinin tarihsel kökenini incelemektir. Elimizde en azından hareket yetisi var. Rahim içi döneme uzanan bütün bebeklik boyunca süregelen hareket yetisi id deneyiminin kendisinde var olan etkinlikle bağlanabilir mi? Bu etkinlik id öğesi olarak mı sınıflandırılmalı yoksa benlik öğesi mi? Yoksa benlik ile idin farklılaşmadığı bir evre olduğunu kabul edip hareket yetisini benlik id farklılaşmadan önce görülmesi temelinde sınıflandırmaya çalışmaktan vazgeçmek mi gerekir?
Her bebeğin kendine ait id deneyimi örüntüsünde, id deneyiminin yüzde x kadarını ilkel hareket yetisi oluşturur. Dolayısıyla 100-x başka şekillerde kullanılmak üzere ayrılır. Çeşitli bireylerin saldırganlık ile ilgili deneyimleri arasında büyük farklılıklar olmasının nedenlerinden biri budur.
Dr. Işılay Altıntaş
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder